(Bu yazı dostum Emekli Büyükelçi Yusuf Buluç’la birlikte kaleme alınmıştır.)
26 Mayıs 2014
Çin’e ilişkin yazımızda, bu ülkenin öngörüleri çok aşan ekonomik ilerlemesinin kendisi bakımından bir “yumuşak güç açığı” yarattığını düşünenler olduğuna değinmiştik. AB ekonomik açıdan ilk üç arasında; yumuşak güç bakımından ise başat küresel aktör. Çünkü demokrasi ve insan hakları bahsinde en ileri değerlerin savunucusu Avrupa. Ama bu iki özelliği, onu gerektiğinde küresel siyasete yön verecek ağırlığı koyabilen bir oyuncu yapmaya yetmiyor. Bunun da başlıca nedeni, kurumlarına diğer alanların yanı sıra dış ve güvenlik politikalarında belirli yetkiler tanınmış olsa da, AB’nin ulusal egemenliklerine sıkıca sarılan 28 ülkeden oluşması; kriz durumlarında hızla karar alamayışı; aldığı kararların arkasında kuvvetle duracak siyasi ve askeri güce sahip bulunmayışı.
Esasen siyaset sahnesindeki performanslarına bakıldığında Avrupalıların küresel bir güç olmayı amaçladıklarını söylemek de pek olanaklı değil. Ortalama Avrupalının aradığı siyasi istikrar ve yüksek bir refah düzeyi. Oysa 2008 ekonomik krizi zamanla sosyal bir soruna dönüştü. Siyasete güven olması gereken düzeyde değil. Büyük şirketler, bankalar gibi siyaset dışı aktörlerin konumları tartışılmakta. Kamuoylarının AB kurumlarına olan güvensizliği, hükümetlerin hiç değilse bir kısım kendi yanlışlarının faturasını bu kurumlara çıkarmaları da sorun teşkil etmekte. Dolayısıyla AB, kurumlarını nasıl daha verimli kılacağının, bu kurumlara kamuoyu desteğini nasıl arttırılabileceğinin, “yumuşak güç” ile “sert güç” arasında nasıl daha etkili bir uyum sağlayabileceğinin, kısacası kendini yenilemenin arayışı içinde.
AB’nin üçüncü ülkelere yönelttiği “demokrasi söylemi” de, özellikle ekonomik çıkar mülahazalarının öncelik almasıyla gölgelenmiş, eskisi kadar etkili bir baskı ve diplomasi aracı olmaktan çıkmış, bu alandaki iddialı tutumları törpülenmiş bulunuyor. Bu söylemlerin gerisinde AB’nin kendi çıkar hesaplarının ve çifte standartlarının yattığını kanıtlayacak çokça örnek olay arşivlerde mevcut. Ancak, Avrupalıların söylem ve eylemleri arasındaki farklılıklar, o değerlerin evrensel doğruluğunu ve onlara ulaşmanın Türkiye için ulusal bir hedef olması gereğini değiştirmiyor. Çünkü o sayededir ki Avrupa’da ekonomik krizin en çok vurduğu kesimler yıllardır sokaklarda tepkilerini özgürce dile getiriyorlar. TOMA’ların müdahalesine, biber gazına maruz kalmıyorlar.
AB’nin 28 üyesi arasında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) daimi üyesi, her ikisi de nükleer silahlara sahip olan İngiltere ve Fransa yer alıyor. Bu iki ülkenin kolektif gücüne diğerlerinin eklenmesi durumunda AB’nin ağırlığını hissettirebilmesi gerektiğini düşünmek mümkün ise de yukarıda özetlediğimiz nedenlerin yanı sıra söz konusu statüyü ve onun sağladığı siyasi nüfuzu paylaşmakta isteksiz davranan İngiltere ve Fransa uluslararası arenada seslerini kendi başlarına daha fazla duyurabiliyorlar.
AB üyeleri arasında ayrı başlık açmamız gereken, Birlik adına en fazla konuşma kapasitesine sahip bulunan ve “liderlik sergileyen” Almanya ise bu gücünü üstün ekonomik performansından, tarihi geçmişi nedeniyle çekinilen “güçlenme potansiyelinden” ve disiplin geleneğinden alıyor. Son zamanlarda, ABD ile birlikte Rusya’ya karşı uygulanmakta olan sınırlı ekonomik yaptırımlara katılmış olmasına rağmen Almanya’da bazı kesimlerin Rusya’ya olan sempatisinden bahsediliyor. Bunun ekonomik çıkarların ötesine geçen bir olgu olduğu ve Şansölye Merkel’i zorda bıraktığı söyleniyor. Almanya’nın zamanla yeni bir kimlik kazanarak 19. Yüzyılın denge siyasetini anımsatacak şekilde ABD ile Rusya arasında bir konuma kayabileceği öngörüsünü dile getirenler de var.
AB, doğrudan bir Avrupa güvenlik bunalımı olan ve çıkarlarını birinci derecede ilgilendiren Ukrayna konusunda başarılı bir sınav veremedi. Kiev’deki krizin yönetilmesinde liderlik sergileyemedi. ABD’nin ekonomik yaptırım ısrarı karşısında zorlandı ve Rusya ile enerji ve ticaret sektörlerindeki karşılıklı bağımlılığının bu bunalımdan zarar görmesini bertaraf etmeye çalıştı. ABD’nin, Avrupa’nın NATO savunmasına daha fazla kaynak tahsis etmesi yönündeki çağrılarından da muhtemelen mutlu olmuyor. Özetle, Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte kalıcı bir istikrar ve işbirliği dönemine girildiğine inanan, siyasi ve ekonomik hesaplarını buna göre yapan Avrupa, Ukrayna krizinin bu tabloya gölge düşürebileceğini düşünmek istemiyor; adeta bu bunalımın sihirli bir değnekle yok edilmesini bekliyor.
AB’nin Ukrayna’daki gelişmelere zayıf tepki vermesini, karar alma organlarından kamuoyuna sızan görüş ayrılıkları nedeniyle daha da belirginleşen zafiyetini sadece Rusya doğal gazına bağımlılığıyla, ticaret hacmiyle, dış kurumsal yatırımlarında Rusya’nın sahip bulunduğu payla izah etmek yeterli değildir. Uzun dönemli, stratejik perspektifli değerlendirme yapmak durumunda olan bir devlet ya da devletler topluluğu karşılıklı bağımlılık denklemini yanlış hesap üzerinden kurup, egemen karar verme yeteneğini zaafa uğratacak bir duruma düşerse bu onun kendi sorumluluğudur. Avrupa’nın esas itibariyle, yukarıda değindiğimiz şekilde bir “liderlik” sorunuyla karşı karşıya olduğu bir vakıadır.
Son dönemde üzerinde durulmaya başlanan bir başka olgu da Avrupa’da yükselişte olan aşırı sağın Rusya ve Cumhurbaşkanı Putin’e sempatisidir. Kimileri, Putin’in sadece Sovyetler Birliğini değil Rusya’nın geleneksel muhafazakar değerlerini de ihya etmeyi amaçladığı görüşündeler. Kimileri de bu muhafazakar değerlerin Avrupa aşırı sağına da çok çekici geldiğini, bu kesimin Avrupa’nın bugünkü “moral yozlaşmasını” geride bırakmasına Rusya’nın katkı sağlayabileceğine inandığını belirtmekteler. AB kurucu senetlerine yansıyan, yukarıda değindiğimiz “yumuşak güç” olgusuna somutluk kazandıran değerlerle çatışan bu tahlilin yaygınlık kazanmasının önüne geçmenin ancak Avrupa’nın kendisinden beklenen gücü ve liderliği göstermesine bağlı olacağı açıktır.
NATO’ya gelince, İttifak kendi başına bir küresel aktör değil. Ancak kurumsal bir yapı olduğu için onu da AB ile birlikte değerlendirebileceğimizi düşündük.
NATO, Avrupa ve Kuzey Amerika’dan 28 ülkeyi bir araya getiren, tarihte eşi görülmemiş bir savunma ittifakı. Aynı zamanda bir danışma forumu. Örgüt’ün alacağı tutum ve kararların alt yapısını oluşturan söz konusu danışmalar üyelerin farklı ulusal çıkarlarının “ittifak” ortak paydasında bağdaştırılmasına zemin oluşturuyor. NATO, ABD ve Avrupa’yı bir araya getiren, onlara dünyaya birlikte hitap edebilme olanağını sağlayan bir platform işlevi de görüyor. Üye ülkelerin kolektif komuta yapısına tahsis ettiği askeri kuvvetlerle büyük bir güç olduğunu, gerek üyelerine Soğuk Savaş’ın en bunalımlı koşullarında sağladığı caydırıcı güvenlik gerek İttifak alanı dışındaki operasyonlardaki başarısıyla kanıtlamış bulunuyor.
Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun etkinliği ve güncelliği, İttifak içi ilişkilerde ve üye ülkelerin topraklarını çevreleyen alanlardaki siyasi ve güvenlik koşullarında ortaya çıkan değişikliklere uyum sağlamasına bağlı hale gelmişti. Bunun gerektirdiği uyarlama ve dönüşüm sürecinde de İttifak’ın başarılı olduğu söylenebilir. Ancak, Sovyetler Birliği’nin ve onun önderliğindeki Varşova Paktı’nın tarih oluşunun yarattığı iyimserlik ve rehavet üye ülkelerin çoğunun savunma harcamaklarına kısmasına neden olduğu için İttifak’ın genel hazırlıklılık durumunda bir zafiyetin ortaya çıktığını da kaydetmek gerekir.
Ukrayna krizi, İttifak’ın askeri yeteneklerindeki ve caydırıcılık alanındaki söz konusu zafiyetlerini daha görünür hale getirmiş ve bunların giderilmesi ihtiyacına güncellik kazandırmıştır. Aynı ihtiyacı daha kuvvetle hisseden Polonya’nın, Baltık Cumhuriyetlerinin NATO üyesi olmaktan kaynaklanacak dokunulmazlığa, ortak savunma taahhütlerine göreceli bir kuşkuyla yaklaşmalarını ve ilave güvenlik garantisi arayışlarına girmelerini yadırgamamak gerekir. Yersiz sayamayacağımız bu endişeleri gidermek herhalde NATO’nun kolektif görevidir. Bu da ancak caydırıcılığın ihya edilmesi ve güvenirliğinin arttırılmasıyla yerine getirilebilir. NATO üyesi olmasa bile, bir Avrupa ülkesi olan Ukrayna’nın toprak ilhakı yoluyla parçalanmakta olması yerleşik düzenin kalıcılığının sorgulanmasına ihtiyaç gösteren bir gelişmedir.
AB, NATO denildiğinde, bunların alternatifiymiş gibi gündeme getirilen bir de Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) var. Örgüt’ün geçmişi 1996 yılında Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan arasında imzalanan “Sınır Bölgelerinde Askeri Güvenliğin Arttırılması Antlaşması”na uzanıyor. Önceleri “Şanghay Beşlisi” olarak adlandırılan bu ülkeler daha sonra, 2002 Haziran ayında St.Petersburg’da, Özbekistan’ın da katılımıyla “Şanghay İşbirliği Örgütü Yasası”nı imzalayarak ortaklıklarını kurumsallığı olan bir örgüte dönüştürdüler. (Afganistan, Hindistan, İran, Moğolistan ve Pakistan ŞİÖ’nün gözlemcileri. Belarus, Sri Lanka ve Türkiye ise diyalog ortaklarıdır.)
Yasanın Örgüt’ün amaçlarını belirleyen 1.maddesinde şu ifadeler yer almakta:
“Üye ülkeler arasında karşılıklı güven, dostluk ve iyi komşuluğu güçlendirmek;
“Bölgede barış, güvenlik ve istikrarı güçlendirmek ve demokratik, adil ve rasyonel bir yeni bir uluslararası siyasi ve ekonomik düzenin tesisi için çok yönlü işbirliğinde bulunmak;
“Terörizme, ayrılıkçılığa ve aşırılığa karşı birlikte mücadele…
“İnsan haklarının ve temel özgürlüklerin üye ülkelerin uluslararası mükellefiyetleri ve ulusal mevzuatları çerçevesinde ilerletilmesi…
“Uluslararası ihtilafların önlenmesinde ve barışçı çözümünde işbirliği…”
“İlkeler” başlığını taşıyan 2. maddede ise şu hususlar dikkati çekmekte:
“Devletlerin egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşılıklı saygı, sınırların ihlal edilmezliği, saldırıda bulunmamak, içişlerine karışmamak, uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanmamak veya kuvvet kullanma tehdidinde bulunmamak, sınır bölgelerinde askeri üstünlük sağlamaya çalışmamak…”
Bu iki maddede “demokratik”, “insan hakları ve temel özgürlükleri” gibi ifadeler var. Oysa üye ülkelerin hiçbirinin gerçekleri bu kavramlarla örtüşmüyor. İnsan hakları ve temel özgürlükler bağlamında kullanılan “ulusal mevzuat” ifadesi de bu cümlenin içini boşaltmayı amaçladığı izlenimini veriyor.
Uluslararası ilişkilere egemen olması gereken ilkeleri içeren 2. maddeye gelince söylenebilecek olan, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı izlemekte olduğu politikanın burada değinilen ilkelerden hiç birine uymadığıdır.
Dolayısıyla geriye sadece terörizme, ayrılıkçılığa ve aşırılığa karşı verilecek mücadelede işbirliği kalıyor. Bunlar Çin’in üç kötülük olarak adlandırdığı tehditler. Üye ülkeler arasındaki ortak paydanın da bu tehdit algılaması olduğunu düşünmek mümkün.
ŞİÖ küresel bir oyuncu değil. Olması da görülebilir bir gelecek için mümkün değil zira ortaklarını bir araya getiren nedenler yanında ayıran nedenler de var.
Küresel güç dengelerinde, kendi başlarına veya başkalarıyla birlikte varlıklarını hissettirme yeteneğine sahip ülkeler kuşkusuz bugüne kadarki yazılarımızda değindiklerimizden ibaret değil. Hindistan, Brezilya, Japonya, Meksika, Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkeler de, değişik özellikleriyle, bu bağlanma dikkate alınması gerekli aktörler.