Küresel Denge ve Baş Aktörleri – 1: Rusya

(Bu yazı, dostum Emekli Büyükelçi Yusuf Buluç’la birlikte kaleme alınmıştır. Bu ve onu izleyecek birkaç yazımızda değişmekte olan küresel dengelere ilişkin gözlemlerimizi sizlerle paylaşmaya çalışacağız.)

11 Mayıs 2014

Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinin tamamlanmasıyla, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde Doğu-Batı ilişkilerine egemen olan Soğuk Savaş sona erdi. Yaklaşık yarım asır boyunca küresel kuvvet ilişkilerine hakim olan yapıların uğradığı köklü dönüşüm sonucu iki kutuplu dünya düzeni yerini ABD’nin merkezini oluşturduğu tek süper güçlü bir düzene bıraktı. Ne var ki, 11 Eylül 2001’de ABD’yi kendi topraklarında vuran terör eylemleri, Afganistan’a askeri müdahale, Irak’ın işgali, ABD’nin savaş yorgunluğu ve kuşkusuz bunların da katkısı olan küresel ekonomik kriz tek kutuplu dönemin uzun ömürlü olmasına izin vermedi. Böyle bir küresel üstünlüğün ilelebet korunması esasen olanaklı değildi.
Son yıllarda genellikle, yeniden şekillenmekte olan çok kutuplu bir dünya düzeninden söz edilmektedir. Öncelikle Çin’in, yeni kimliği ile Rusya Federasyonu’nun, Hindistan’ın ve başkalarının dünya sahnesinde giderek ağırlık kazanan konumları, küresel siyaseti yönlendirme yetenekleri tartışılmaktadır. Avrupa Birliği kuruluşunu ve kurumsal yapısını belirleyen senetlerdeki iddialı hedeflere henüz ulaşamamış olsa da yeni düzenin oyun kurucularında biri olacağına dair beklentiler vardır. Ukrayna krizinin patlak verişi ve yönetilişi, çok kutuplu düzende siyasi/askeri güç ilişkilerine yeniden eğilmemizi gerekli kılmış ve bu alanda sürmekte olan tartışmaya ivme kazandırmıştır.
Genel bir gözlem olarak Batı’nın, Soğuk Savaş sonrası dönemde, Rusya Federasyonu’nu uluslararası işbirliğine dayalı yeni bir dünya düzenine kazanmak ve böyle bir düzeni takviye etmeye yöneltmek bakımından gerekeni yapamadığı söylenebilir. Aksine, ABD liderliğindeki Batılılar Rusya Yönetimini eleştirmeyi, birçok konuda Moskova’ya Rusya’nın tarihi, siyasi ve kültürel müktesebatını ihmal eden bir davranış ilkeleri rehberini dayatmayı yeğlemişlerdir. Böylelikle, Rusya siyaset kadrosunun açısından bakıldığında, Batılılar bu noktadaki samimiyet sınavını geçememişlerdir.
1991 yılı sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği tarih olurken, bu sürecin kilit adamı Cumhurbaşkanı Mikhail Gorbaçev, yerini Boris Yelsin’e bıraktı. Yeltsin Yönetimi, ekonomik sorunlarının çözümünü pazar ekonomisine geçişte gördü. Yerel bilgi ve deneyim açığına rağmen, Batı ülkelerinin de alkış tuttuğu sınırsız bir özelleştirme, devlet müdahalesini asgariye indirme çabası başladı. Sekiz yıllık Yeltsin döneminin (1991-1997) sonunda Rusya Federasyonu’nun gayrisafi milli hasılası (GSMH) % 43 oranında azaldı. (ABD’nin GSMH’nın 1929 Büyük Buhranında % 32, Sovyetler Birliği’nin GSMH’nın İkinci Dünya Savaşı’nda % 24 oranlarında düşmüş olduğunu hatırlamak, bu bağlamda bir kıyaslama için yararlıdır.) 1998 ekonomik krizi, petrol fiyatlarındaki düşüş de kuşkusuz Rus ekonomisi için ilave sıkıntılar yarattı; enflasyon tavan yaptı; sosyal sorunlar daha da derinleşti.
Siyasi alanda ise, özellikle Yugoslavya’nın parçalanması ve Rusya’nın bu olayda Slav/Ortodoks dayanışmasından beklenebilecek etkinliği gösterememesi, Rus halkının belleğinde derin bir iz bıraktı; milliyetçiliği teşvik etti.
Böyle bir ortamda, Ağustos 1999’da Yeltsin, Başbakanlığa Vladimir Putin’i atadı. 31 Aralık 1999 tarihinde de, sürpriz bir kararla, Cumhurbaşkanlığı görevini Başbakan Putin’e bırakarak siyaset sahnesinden çekildi. Vladimir Putin, 26 Mart 2000 tarihinde düzenlenen Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ilk turda kazandı.
Rusya Federasyonu Anayasası gereği Cumhurbaşkanlığına üst üste ancak iki kez seçilebilen Putin’in bu görevdeki ilk sekiz yılı Rusya’da devletin, ekonominin istikrar kazandığı ve Rusya’nın yeni kimliğiyle uluslararası sahnede yerini aldığı bir dönem olmuştur. Artan petrol fiyatları bu gelişmeyi desteklemiştir. Rusya önemli bir dış ticaret fazlası oluşturmuş, dış borç sorununu aşmıştır. Putin, kendisinden sonra cumhurbaşkanlığına gelen Dimitri Medvedev ile birlikte sahnelediği “danışıklı nöbet değişimi” çerçevesinde, 2012 yılında tekrar bu göreve döndü. Kısacası on dört yıldır Rusya’yı o yönetiyor. Ülkesinin toparlanmasına elbette katkısı oldu ancak bir demokrat değil ve belli ki olmayacak. Dünyada kendisini eleştirenler de var, örnek alanlar da. Aslında Rusya da demokrasi geleneğine sahip bir ülke değil. Bir başka açıdan bakılacak olursa, Sovyet İmparatorluğunun çöküşünden bu yana geçen süre sadece çeyrek asır. Bu, böylesine bir depremin tozunun yatışması, yaraların sarılması için çok kısa bir süre. Rusya bu travmayı geride bıraktıkça, halkının gelir düzeyi arttıkça, bugün bastırılabilen demokrasi özleminin ülkenin yaşamına ağırlığını koyacağını düşünmek yanlış olmaz. Putin yönetiminin siyasetine şu aşamada başka şekilde karşı çıkmakta zorlananların uzun vadede ümit bağlayabilecekleri ve temenni edecekleri de herhalde böyle bir dönüşüm olacak.
Putin dönemi, Batı ile ilişkiler bakımından bir atılım dönemi olamamıştır. Batı’nın genel tavrı, eski Varşova Paktı ülkelerinin birbiri ardından NATO’ya katılmaları ile birleşince Rusya’daki yenilmişlik duygusu ve kırgınlık derinleşmiştir. NATO’ya diledikleri zaman katılmak, bu ülkelerin, Moskova’nın da saygı ve anlayış göstermesi gereken, tartışması olmayacak egemen bir tercihi idi. Aslında Rusya’nın bunu bir noktaya kadar yaptığı da söylenebilir. Ancak Batı’nın daha olumlu bir siyasi duruşu, NATO’nun genişlemesiyle Rusya ile ortaklık ilişkilerinin daha ahenkli ilerleyişi bunun Moskova’daki algılanış biçimini kolaylaştırabilirdi. 2003 Gürcistan, 2001 Ukrayna ve 2005 Kırgızistan devrimleri ve sivil toplum örgütlerinin bu hareketlerde oynadığı rol, Moskova Yönetiminde söz konusu güçlerin Rusya’nın toprak bütünlüğünü de hedef alabileceği kaygısını yaratınca Putin, bu örgütlerin faaliyetlerini denetim altına almıştır Bu da Batı, özellikle ABD ile arasında mevcut demokrasi tartışmasını alevlendirmiş, mesafeyi açmıştır.
Ukrayna krizi Rusya’nın, ABD başta olmak üzere Batı ile ilişkilerine Gürcistan örneğinden daha derin biçimde yansıdı. Daha fazla heyecan yarattı. Bunun başlıca nedeni, Ukrayna’nın bir Avrupa ülkesi olmasıdır. NATO ülkeleri Polonya, Slovakya, Macaristan ve Romanya, Ukrayna’nın sınır komşuları. Litvanya, Letonya ve Estonya ise Rusya ile komşu durumundalar. Bu üç Baltık ülkesi şimdiye kadar bir sorun yaşanmamış olmakla birlikte doğalgazda % 100 Rusya’ya bağımlılar. Letonya ve Estonya’da nüfus % 25’i dolayında Rus kökenli. Litvanya’da bu oran çok daha düşük. Bunlarla yaşanan entegrasyon sorunları var ve hiç değilse bir kısmından istikrarsızlaştırma çabalarında yararlanılması olanağı herhalde mevcut. Daha anlaşılır bir ifadeyle, bu ülkeler kendilerine yönelik açık ve yakın bir tehdit algılamasına sahipler.
Ukrayna gelişmelerini sadece bugünün fotoğrafına bakarak değerlendirmek stratejik yanılgıları davet edebilir ki bu Türkiye gibi hem NATO ittifakından kaynaklanan yükümlülükleri hem bölge ülkesi olmanın getirdiği sorumlulukları taşıyan devletler bakımından özellikle sakıncalıdır. Çöken imparatorlukların ihya edildiğinin tarihte pek örneği yoktur. Buna rağmen Rusya, çok güç de olsa, Sovyetler Birliği’ni ihya etmek iddiasında olduğu izlenimini vermektedir. Bunu kısmen tarihten öç alma refleksiyle, kısmen de, yukarıda değindiğimiz üzere, Batı’nın Sovyet İmparatorluğunun çöküşü sonrası Rusya’nın siyasi/psikolojik rehabilitasyonunda başarısız kalmasıyla izah edebiliriz.
Böyle bir hedef herhalde Batı ile bütünleşmiş eski Sovyet “uydusu” devletleri kapsayamaz. Ama elan kendi ayakları üzerinde durmaya çalışanlar, örneğin Orta Asya ve Kafkasya Cumhuriyetleri üzerinde bir baskı oluşturabilir. Rusya, bu ülkelerdeki Rus kökenlileri kullanarak veya siyasi/ekonomik modelleri geliştirip dayatarak bu amaca varmaya çalışabilir. Avrasya Ekonomik Birliği projesi buna bir örnektir.
Rusya bu genel stratejisini gerektiğinde “ülke/bölge odaklı” olarak tanımlanabilecek siyasi/askeri yöntem ve araçlarla da desteklemektedir. Ukrayna gelişmeleriyle Gürcistan’ın geri kazanılması olanaksız toprak kayıplarına uğramasına yol açan gelişmeler arasında paralellikler varsa da tam bir ayniyetten söz edilemez. Gürcistan örneğinde Rusya, ABD’nin ve Batı’nın desteğini sağlam ve sarsılmaz saymak yanılgısına düşmüş Gül Devrimi Cumhurbaşkanı Saakaşvili’nin sunduğu fırsatı kendisi bakımından azami yararı sağlayacak biçimde kullanmıştır. Ağırlıklı olarak Batı destekli bir “Batı Ukrayna” hareketi sayılabilecek “Turuncu Devrim”in başlattığı süreci ise Rusya’yı etrafının çevrelenmesi, siyaseten kuşatılması olarak algılamıştır. Bu gözlem elbette Rusya’nın Ukrayna’daki mevcudiyetinin ve sağladığı kazanımların meşru görülmesi gerektiği anlamına gelmemektedir.
Şimdi biraz da geriye bakarak, Vladimir Putin’e Ukrayna konusunda bugün oldukça rahat hareket edebilme olanağını sağlayan başlıca unsurların;
• Demokratik boyutu olmasa da siyasi/ekonomik istikrar,
• Avrupa ile enerji ve ticarette yaratılan karşılıklı bağımlılık,
• SSCB’nin tarih olmasıyla birlikte adeta dağılma noktasına gelen Rus silahlı kuvvetlerinin önemli ölçüde ihyası ve
• Ukrayna’daki Rus kökenli nüfus olduğunu söyleyebiliriz.
ABD ve onu izlemekte zorlanan AB, Rusya’nın Kırım’ı ilhakına ve Doğu Ukrayna’yı istikrarsızlaştırma çabasına ekonomik yaptırımlarla karşılık vermiştir. Kimileri, esasen inişte olan Rus ekonomisinin bu yaptırımlardan etkilendiğini, Rusya’dan önemli bir sermaye kaçışı olduğunu; kimileri ise Rusya ekonomisinin esasen bazı sıkıntılar yaşadığını ve yaptırımların mevcut tablo üzerinde fazla bir etkisi bulunmadığını düşünmektedirler. Obama yönetimi ayrıca Rusya’nın siyaseten yalnızlaştırılması üzerinde de durmaktadır. Bunun ilk adımı olarak Rusya’nın G-8 üyeliği askıya alınmıştır.
Rusya’nın 17 Nisan 2014 tarihinde Cenevre’de varılan mutabakat çerçevesinde Ukrayna’da gerilimin düşürülmesini teşvik yönünde ciddi adımlar atmaması durumunda daha ağır ekonomik yaptırımlara gidilebileceği sürekli söylenmekle birlikte bu noktada ABD ile AB arasındaki makas açılmaktadır. Bunun da temel nedeni, AB ile Rusya arasındaki ekonomik karşılıklı bağımlılığın derinlik kazanmış olmasıdır.
Bugün Avrupa tükettiği doğal gazın yaklaşık üçte birini Rusya’dan temin etmektedir. Bu oran AB’nin lider ülkesi konumundaki Almanya için yaklaşık % 40’dır.
6 Mayıs 2014 tarihinde Roma’da düzenlenen G-7 Enerji Bakanları toplantısına katılan Bakanlar, Rusya’nın doğal gazı bir silah olarak kullanmasını kınamakla birlikte Avrupa’nın bu bağımlılıktan kurtulmasının yıllar alacağını kabul etmek durumunda kaldılar.
Ticari ilişkilerde de durum farklı değil. 2012 yılı verilerine göre Rusya-AB ticaret hacminin 370 milyar dolar olmasına karşın Rusya-ABD ticaret sadece 26 milyar dolar. Avrupalı firmaların ekonomik yaptırımlara karşı faaliyette bulundukları basında yer alan haberler arasında. Ancak ABD firmaları da durumda hoşnut değil. Örneğin, Beyaz Saray tarafından 22-24 Mayıs 2014 tarihlerinde St.Petersburg’da düzenlenecek olan Ekonomik Forum’a katılmamaları hususunda uyarılan büyük Amerikan firmalarının zamanla yerlerini Asyalı ve Avrupalı rakiplerine kaptırmaktan kaygı duydukları belirtiliyor.
Rusya ile ekonomik gerilimin bir başka boyutu daha var. Ukrayna krizi Batı’da, özellikle ABD’de, NATO savunmasının güçlendirilmesi ihtiyacını da gündeme taşıdı. Oysa, Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte Avrupa’nın savunma konusuna daha az ilgi gösterdiği, daha az kaynak tahsis ettiği kuşkusuz. İttifakın önde gelen Avrupalı üyelerinden İngiltere ve Fransa’nın örneğin 2009-2013 yıllarında savunmaya ayırdıkları kaynak GSMH’larının % 2.5’ine yakın. Bu oran Almanya için % 1.4, Rusya ve ABD içinse % 4.5 dolayında seyrediyor. Dolayısıyla NATO savunması güçlendirilecekse bunda esas sorumluluk NATO’nun ABD dışındaki üyelerine düşecek zira bu 27 ülkenin GSMH’sı ABD’den fazla olmakla birlikte savunmaya tahsis ettikleri kaynak ABD’nin tahsis ettiğinin yarısı kadar. Ekonomik krizden çıkmaya çalışan Avrupa’nın bu yola gitmesi ise çok güç. Bu tabloyu, Cumhurbaşkanı Putin’in Avrupa’yı savunma harcamalarını arttırmaya zorlayarak bir nevi karşı ekonomik yaptırım uygulaması olarak tanımlamak da mümkün.
Rusya Ukrayna krizinde, kendi standartlarında başarılı bir siyasi/askeri/ekonomik politika izlemiş olabilir. Ancak bunun uluslararası düzeyde kendisine duyulan güveni sarsacağı, siyasi/psikolojik bir maliyeti olacağı kuşkusuzdur. Şunu da unutmamak gerekir: Ukrayna, Rusya ile 1975 kilometresi karada ve 320 kilometresi denizde olmak üzere yaklaşık 2300 kilometrelik bir sınırı paylaşıyor. Kendisine bu kadar yakın bir ülke üzerinde baskı kurmak, denizaşırı bölgelerde bayrak göstermekten, ağırlık koymaktan daha kolay. Koşulları farklı, Rusya’ya mesafesi daha fazla olan Suriye için de benzer şeyler düşünmek mümkün. Bir başka deyişle, Rusya birçok yönleriyle kudretli, çevresinde etkili bir bölgesel güç olmakla birlikte dünyanın her köşesine kuvvet projeksiyonu yapacak durumda değil. Hiç değilse şimdilik…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s