(Bu yazı, dostum Emekli Büyükelçi Yusuf Buluç’la birlikte kaleme alınmıştır.)
18 Mayıs 2014
“Küresel düzen değişmekte…” cümleciğini duyduğumuzda ilk akla gelen Çin Halk Cumhuriyeti.
Henry Kissinger, 1970’lerin başında, ABD ile Çin arasında diplomatik ilişki kurulmasında önemli rol oynamış bir siyaset adamı ve düşünür olduğu için yazımıza, kendisinin 2011 yılında yayınlanan “Çin Üzerine”(On China) başlıklı kitabından, bu ülkenin zengin tarihi geçmişine vurgu yapan bir alıntı ile başlamakta yarar gördük. Kissinger şöyle demektedir:
“Hiçbir başka ülke, bu kadar sürekli bir uygarlığa ya da kadim tarihi geçmişiyle, stratejinin ve devlet adamlığının klasik ilkeleriyle böylesine yakın bir bağa sahip olamamıştır.
“İlk Çin yazısı, Shang hanedanı döneminde, Milattan 2000 yıl önce ortaya çıktığında eski Mısır ihtişamının zirvesindeydi. Eski Yunanın şehir devletleri ortaya çıkmamıştı ve Roma bin yıl ötedeydi. Oysa Shang yazı biçiminin evrilmiş hali bugün bir milyardan fazla insan tarafından kullanılmaktadır. Çinliler bugün Konfiçyüs döneminde yazılanları okuyabilmektedirler…
“… Çin’in sadece toprakları ve nüfusu Avrupa ülkelerininkinden çok daha büyük olmakla kalmıyordu; sanayi devrimine kadar Çin onlardan çok daha zengindi… Gerçekten Çin son yirmi asrın on sekizinde dünya gayrisafi milli hasılasına en fazla katkı yapan ülke konumundaydı. 1820’lerde dahi Çin, dünya gayrisafi milli hasılasının % 30’undan fazlasını üretmekte idi ki bu Batı ve Doğu Avrupa ile ABD’nin toplam payından daha fazla idi.”
Böylesine bir tarihi geçmişe, kendine özgü büyük ve köklü bir kültüre, dünyada en fazla nüfusa ve üçüncü büyük toprağa sahip bir ülkenin küresel düzenin en önemli iki aktöründen biri olması doğaldır. Doğal olmayan, sanayi devriminin yarattığı ivmeyi yakalayamayan, rekabet yeteneğini geliştiremeyen Çin’in, Batı emperyalizminin dayatmalarına, Rusya’nın doğuya yayılmasına, Japon işgallerine karşı koyamamasıdır. Bunun neticesi olarak, İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, ABD, Japonya ile ve diğer bazı Avrupalı ülkelerle 1840’lardan itibaren bir dizi “eşit olmayan anlaşmaya” imza atmaya, “aşağılanma asrı” olarak nitelendirdiği bir dönemi yaşamaya zorlanabilmiş olmasıdır.
Çin’in yükselişinin temelinde ekonomik kalkınması yatmaktadır. Son günlerde Batı basınında, Çin’in artık dünyanın iki değil bir numaralı ekonomik gücü olduğuna dair haberler yayınlanıyor. Daha önceleri, bu noktaya ancak 2019 yılında gelebileceğinin öngörüldüğü; bu bağlamda, Çin ekonomisinin büyüklüğünün, 2005 yılında Amerikan ekonomisinin % 43’üne, 2011’de ise % 87’sine tekabül ettiği; 1872 yılında İngiltere’yi arkada bırakarak dünyanın bir numaralı ekonomisi durumuna gelen ABD’nin artık Çin’in gerisinde kaldığı belirtiliyor. Burada söz konusu olan iki ekonominin “satın alma gücü paritesine” (purchasing power parity-PPP)göre hesaplanmış büyüklüğü. Bazı gözlemciler de, PPP esasına göre yapılan bu değerlendirmenin yanıltıcı olduğunu, uluslararası piyasada geçerli döviz kurları dikkate alındığında Çin ekonomisinin hala ABD’nin çok gerisinde olduğunu vurguluyorlar.
Çin’in bu noktaya beklenmedik bir hızla gelmesine karşın küresel bir rol için hazırlıklarını henüz tamamlayamadığını; bir ülkenin dış politikasının çekiciliği, siyasi değerleri, kültürü gibi unsurlardan oluşan “yumuşak gücünün” Çin bakımından henüz arzulanan seviyeye ulaşmadığını; bu durumun, Çin’in yükselişi bakımından bir sorun teşkil edebileceğini düşünenler de var.
Ama en çok tartışılan, Çin’in artan gücünü, öncelikle yakın çevresinde, sonra Asya-Pasifik’te, daha sonra da küresel düzeyde nasıl bir projeksiyona tabi tutacağı, Rusya ve özellikle ABD ile ilişkilerinin ne yönde gelişeceğidir. Çin’in halihazır politikasının temel unsurları, ekonomik ilerleme, uluslararası sorunlara taraf olmama, zorlanmadıkça tutum almama, sorun yaratmaktan kaçınma olarak tanımlanabilir. Bölgesinde Çin’in bazı davranışlarına saldırganlığı çağrıştırabilecek anlamlar yüklenmekte ise de Pekin bunların ciddi bunalım niteliği kazanmasına izin vermemektedir. Bir başka deyişle, Çin’in stratejisi, dünyanın her yerinde ekonomik yatırımlarıyla köprübaşları tutarak ve serinkanlılık sergileyerek güçlenmektir. Uluslararası sorunlar karşısında radikal bir tutum sergilememeye, taraf haline gelmemeye özen göstermektir. Güvenlik Konseyindeki tutumu da bunu teyit etmektedir.
Çin’in çevresindeki ülkelerle arasında, deniz yetki alanları ile bazı ada ve kayalıklar üzerindeki yetki/egemenlik haklarına ilişkin sorunları var. Bu sorunlar bağlamında izlemekte olduğu tutumlar şu sıralarda Batı basınında ardı ardına ön plana çıkarılıp, Çin’in “saldırganlık potansiyeline” örnek gösterilmekte. Çin’in bu ihtilaflar karşısındaki tavrı bazılarınca “tepkisel dayatma” siyaseti (reactive assertiveness) olarak adlandırılıyor ve Çin’in, diğer ülkelerin davranışlarına güçlü tepkiler vererek onları sindirmeye çalışması olarak tanımlanıyor. Burada ima edilen, diğer ülkelerin söz konusu davranışlarından bir kısmının da esasen Pekin tarafından tahrik ediliyor olduğu.
Buna mukabil, dünyanın Çin’den korkmaması gerektiğini, Çin’in bir dünya imparatorluğu kurmak peşinde olmadığını, ABD gibi dünyanın dört köşesinde üslere sahip bulunmadığını, öncelikli amacının halkının refah düzeyini arttırmak olduğunu, bir Çinlinin gelir düzeyinin bir Amerikalının gelir düzeyinin dörtte birinden daha az olduğunu unutmamak gerektiğini söyleyenler de var.
Çin’in yükselişiyle birlikte en çok tartışılmaya başlanan konunun Çin-ABD ilişkisinin nasıl bir seyir izleyeceği olduğunu söyleyebiliriz.
Başkan Obama, 2011 yılının Kasım ayında Avustralya’ya yaptığı ziyaret sırasında, ABD’nin Çin’den çekindiği veya Çin’i saf dışı bırakmak istediği yolundaki görüşlerin yanlışlığına değinmiş; Çin’in yükselişinin bu ülkenin sorumluluklarını arttırdığına işaret etmişti. Ayrıca, 2500 deniz piyadesinin birkaç yıl zarfında Avustralya’ya konuşlandırılması hususunda bu ülke yönetimiyle mutabakata varıldığını açıklamıştı. 2500 kişilik bir askeri varlığın Pasifik’teki güç dengesini değiştiremeyeceği açık olmakla birlikte bu Çin’e yönelik bir mesajdı.
Başkan Obama son Asya ziyaretinin Filipinler ayağında da, Filipin Hükümetiyle, ABD uçak ve gemilerinin bu ülkedeki üslerden en geniş biçimde yararlanmasını öngören bir anlaşmaya vardı.
Çin’in çevresindeki ülkelerle mevcut ihtilafları arasında son dönemde ön plana çıkan Çin’in Diaoyu, Japonya’nın ise Senkaku olarak adlandırdıkları ada ve kayalıklara ilişkin uyuşmazlık. Başkan Obama son Asya ziyaretinin Japonya ayağında ABD’nin Japonya ile arasında mevcut ittifak nedeniyle bu konuda Tokyo’nun yanında durduğunu söylemekle birlikte sorunun özüne, egemenlik boyutuna girmemeye ve Çin’i karşısına almamaya özen gösterdi. Amerikan basınında da Vaşington’un Japonya’ya destek vermekle birlikte bu adalar için Çin’le savaşa girmeyeceğine dair yorumlar yapıldı.
Son günlerde ise Çin’in, Güney Çin Denizine bir petrol arama platformu göndermesi Vietnam’ın tepkisine neden oldu. Vietnam’ın bölgeye gönderdiği gemiler ile petrol platformuna refakat eden Çin gemileri arasında elan gerilim yaşanmakta. Vietnam’daki Çin aleyhtarı gösterilerde bazı Çin firmalarına zarar verildi. Çin oradaki 3000 vatandaşını tahliye ediyor. Vietnam Hükümeti yabancı yatırımlar üzerindeki olası menfi etkileri nedeniyle bu olayların sorumluları hakkında yasal işlem başlattı. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Psaki, Çin’in, Vietnam’ın da hak iddia ettiği bir bölgeye petrol platformu göndermesinin tahrik edici ve gerimi tırmandırıcı bir davranış olduğunu, bunun Pekin’in tartışmalı bölgelerde barış ve istikrarı tehlikeye sokacak biçimde tanımlanabilecek genel davranış biçiminin bir örneği olduğunu söyledi.
Özetle ABD, dikkatli biçimde de olsa, Çin’in bölgede hegemonyasını tesis amacında olduğunu, bu amaçla istikrarı bozucu eylemlere yöneldiğini söylüyor. Çin ise ABD’nin bölgeye ve sorunlarına müdahale anlamına gelecek beyan ve davranışlardan uzak durmasını bekliyor. Böyle tutumlara tepki veriyor. Kimilerine göre kendi “Monroe doktrini”ni yaşama geçirmek istiyor.
Henry Kissinger, Çin’in yükselişinin büyük bir sosyo-ekonomik değişim ve bazen de iç sarsıntılarla birlikte gerçekleşmekte olduğunu; Çin’in büyük bir güç olarak ortaya çıkışını, iç dönüşümü ile birlikte nasıl yöneteceğinin günümüzün en temel sorularından birini teşkil ettiğini; ABD ve Çin’in DNA’larının daha çatışmacı bir ilişki ortaya çıkarabileceğini; oysa liderlerin iki ülkenin birbirine üstünlük sağlayamayacağını kabul etmelerinin doğru olacağını; gerçekçiliğin bunu gerektirdiğini düşünüyor.
Kissinger, iki küresel güç arasında böyle bir ilişkinin “birlikte evrim” olarak adlandırılabileceğine işaret ederek bunu şöyle tanımlıyor: “İki ülke de kendi iç gündemlerinin gereğini yerine getirirler, mümkün olan alanlarda işbirliğinde bulunurlar ve münasebetlerini çatışma riskini asgariye indirecek biçimde yönetirler. Ne Çin ne ABD yekdiğerinin tüm hedeflerini onaylar veya aralarında tam bir çıkar birliği olduğunu iddia eder; ancak her iki taraf da birbirlerini tamamlayıcı ortak alanları bulur ve geliştirir.”
İki küresel güç arasında “tamamlayıcı ortak alan”lardan birinin belki de Orta Asya olabileceğini düşünenler var. Çin, özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra bölgeyle giderek yoğunluk kazanan bir ticaret ve yatırım ilişkisi tesis etti. Bu ilginin temelinde, yaratılacak ekonomik/siyasi istikrar ortamında Sincan Özerk bölgesine ilişkin sorunları aşma arzusunun yattığı belirtiliyor. Bu bağlamda, Çin’in Afganistan’ın geleceğinden, ABD buradan çekildikten sonra cihadist grupların Orta Asya ülkelerinde etkinliklerini arttırmasından, “terörizm, ayrılıkçılık, aşırılık” olarak tanımladığı üç “kötülüğün” yayılmasından kaygı duyduğu da söyleniyor.
Bunlar kuşkusuz sadece ABD’nin değil Rusya’nın da kaygı/ilgi duyduğu konular. Ancak ortak tehdit algılamalarının, benzer tutumların her zaman işbirliğine dönüşemediği de bir vakıa. Taliban’ın ortaya çıkışı buna örnek.
Yukarıda Çin’in “yumuşak güç açığına” değinmiştik. Bu, Bush dönemindeki irtifa kaybına rağmen ABD’nin daha güçlü göründüğü bir alandır. Dolayısıyla bir aşamada ABD’den Çin’e yönelebilecek demokrasi söyleminin, sivil toplum kuruluşlarının bu yöndeki çalışmalarının, bunların Çin’deki benzerleri ile yapacakları işbirliğinin, Rus-Amerikan ilişkilerinde yaşanmış sıkıntıları çağrıştıran gelişmelere neden olabileceğini hatırda tutmakta yarar olabilir.
ABD-Çin ilişkisinin evriminde Rusya’nın da bir faktör olacağını da bu gözlemlere ekleyebiliriz. Soğuk savaş dönemimde ABD ve Rusya karşı karşıya idi ve Çin’in nerede durduğu tartışılıyor ve Çin bu iki güç arasında bir hareket alanı buluyordu. Belki gelecekte bu roller değişecek veya yeniden tanımlanacak. Belki de Kissinger’in temenni ettiği gerçekçilik ilişkilere egemen olacak…