Küresel Denge ve Baş Aktörleri – 3: ABD

(Bu yazı, dostum Emekli Büyükelçi Yusuf Buluç’la birlikte kaleme alınmıştır.)

21 Mayıs 2014

Soğuk Savaş sonrası dönemin ABD cephesine bakıldığında, 11 Eylül terör saldırılarının Vaşington’un dünyaya bakışında bir dönüm noktası olduğu tartışma götürmez. Bu saldırılar o tarihte ABD’ne karşı, çok sınırlı bir radikal çevre dışında, tüm dünyada büyük bir sempatinin doğmasına neden olmuştu.
Ancak, sekiz yıllık Bush Yönetimi, bu sempatinin ABD çıkarları ve daha yapıcı bir dünya düzeni için yarattığı avantajı değerlendirememiştir. Uluslararası sorunların aşılması için gerekli çok taraflı işbirliği ihtiyacını göz ardı edebilmiştir. Kendi karar ve eylemlerine uluslararası toplumu ortak etme çabalarında gecikmiş ve inandırıcı olmamıştır.
Bush dönemi, ABD ile diğer uluslararası aktörler arasındaki ilişkilerde, farklı düzeylerde de olsa, huzursuzluk, uyumsuzluk yaratmıştır. Bölgesel ilişkileri germiştir. Bunların giderilmesi yönünde çaba göstermek yine Bush Yönetimine düşerdi. AB de, Rusya Federasyonu ile ilişkilerde enerji ve ticaret konularının ötesine geçen, Moskova’yı daha fazla işbirliğine ikna edici bir rol oynayabilirdi. Bunlar olmamıştır. ABD ve AB, Rusya Federasyonu ile ilişkiler dahil, uluslararası sorunlar karşısındaki tutumlarına ilişkin bir özeleştiri yapamamıştır. Rusya demokratikleşeceği yerde otoriter bir eksene kayarken, “Acaba bir yerde yanlış mı yaptık?” sorusunu soramamıştır.
ABD’de beş yılı aşkın bir süredir, Demokrat bir yönetim var. Başkanı Obama, Senato üyesi olduğu dönemde, Irak müdahalesinin yanlış olduğunu, önceliğin Afganistan’a verilmesi gerektiğini savunmuş bir liderdir. Beyaz Saray’da ilk gününden itibaren uluslararası işbirliği ihtiyacını, siyasi/diplomatik çözümlere öncelik verdiğini vurgulamıştır. 2009 yılı Temmuz ayında Rusya Federasyonuna gerçekleştirdiği ilk ziyarette ilişkilerde yeni bir sayfa açmak istediğini söylemiştir. Aynı yılın Kasım ayında Pekin’e yaptığı ziyarette benzer mesajlar vermiştir. Orta Doğu sorununun çözümü için yerleşik politikaları zorlamaya çalışmıştır. Irak’taki Amerikan askeri mevcudiyetini sonlandırmıştır. Afganistan’daki askeri mevcudiyeti asgariye indirmek için yoğun çaba göstermektedir. Kısacası Obama Yönetimi, selefinden devraldığı ABD imajını değiştirmeye çalışmıştır.
Bu da temelde doğru bir yaklaşımdır zira küresel düzeyde önderlik edebilmenin en önemli koşulu hatırı sayılır bir siyasi/askeri/ekonomik güç yanında moral liderlik kapasitesine sahip olmaktır.
Başkan Obama’nın dış politikası ve üslubu şu sırada ABD’de ve dışarıda yoğun eleştiri almakta. Bunun başlıca nedenleri Esad Yönetimine karşı sert bir politika izlememiş olması; Suriye’de kimyasal silah kullanmasının ABD bakımından bir “kırmızı çizgi” olduğunu söyleyip müdahaleden kaçınması; İsrail-Filistin görüşmelerini sonuca ulaştıramaması; Ukrayna krizinde çok daha güçlü bir tutum alamamış, “liderlik sergileyememiş” olması; Çin’in çevresine “dayatmasına” daha güçlü tepki verememesi.
Başkan Obama’yı açık veya kapalı biçimde eleştirenler geniş bir koalisyon oluşturmakla birlikte gerekçeleri farklı. ABD’dekilerin büyük kısmı beklenebileceği gibi Cumhuriyetçiler ve iç siyaset hesapları eleştirilerinde ağırlıklı bir yer tutuyor. Eleştirileri çok ancak somut önerileri az. Hükümetimiz de, Esad rejimine karşı başından itibaren çok daha sert davranmadığı, kimyasal silah olayından sonra da askeri müdahalede bulunmadığı için Obama’ya yönelik bu eleştiri koalisyonunun bir üyesi.
Başkan Obama’nın Suriye bağlamında açıkladığı kırmızı çizginin gereğini yerine getirmemiş olması bir inandırıcılık sorunu yaratmış görünse de, “tarih bu konudaki yargısını ancak ilerde verebilecektir” diyerek bu sorunu bir kenara koymanın doğru olacağını düşünüyoruz. Çünkü uluslararası usullere uygun bir araştırma henüz yapılmadığı için olayı tam olarak değerlendiremiyoruz. Ayrıca, Esad Yönetimine gösterilecek askeri tepkinin siyasi/diplomatik alanda ve arazide nelere yol açmış olabileceği hakkında, Afganistan, Irak ve Libya örneklerine bakıp ders çıkarmak dışında, sağlıklı bir tahminde bulunmak olanağına da sahip değiliz. Bu bağlamda Başkan Obama’nın 24 Eylül 2013 tarihinde BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmanın şu bölümünü hatırlamakta yarar var:
“ABD bir yandan bölgenin işlerine karışmakla, her entrikada parmağı bulunmakla itham edilmekte, öte yandan da bölgenin sorunlarını çözümlemek için gereğince çaba göstermemekle, Müslüman halkların acılarına kayıtsız kalmakla suçlanmaktadır.”
Bir Amerikalı dış politika yazarı bu başarısızlıklar zincirine Libya’yı da eklemiş. “Obama’nın savaşı” olarak nitelendirdiği Libya müdahalesi sonrasında ülkenin hala tam bir istikrarsızlık içinde olmasını eleştiriyor. Kanımızca Libya müdahalesi Başkan Obama’nın düşük bedelle “kararlılık sergilemeyi” amaçladığı ve daha çok İngiltere ve Fransa’nın teşvikiyle katıldığı bir harekat idi ve sonucu kendisinin şu tespitinin haklılığını ortaya koydu: ”Savaşlar hiçbir sorunu çözmüyor.” Libya’nın şu sırada yeni bir çatışma sarmalına girebileceği endişesi var.
Suriye konusunda Obama Yönetimini eleştiren Müslüman ülkelerin, bu kanlı mezhep çatışmasına neden taraf olduklarının, Arap Ligi ile İslam İşbirliği Örgütü’nün neden soruna seyirci kaldıklarının yanıtını vermeleri gerekmektedir.
Orta Doğu barış sürecinin tıkanması ise esas itibariyle tarafların sorumluluğu olup Obama Yönetimi bu sorumluluğun daha büyük kısmının İsrail’e ait olduğu yolundaki kanaatini birçok kanaldan hayli açık bir biçimde duyurmuştur. Obama Yönetimi bu çabasında başarılı olamadı ama unutmamak gerekir ki böyle bir arayışa girişebilen başka bir güç yok.
Ukrayna krizinde ABD ve AB’nin yanlışı, Kiev’deki gösterileri zamanında dizginleyememeleri, böylelikle Cumhurbaşkanı Putin’e beklediği fırsatı vermeleri olmuştur. Ancak sorun bununla kalmamaktadır. Ukrayna, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla kazandığı bağımsızlığı kendisi bakımından tahkim etmek, hatta dokunulmaz kılmak bakımından istifade edebileceği olanaklara, daha açık bir deyişle, nükleer silahlar ile bunları atma vasıtalarına sahipti. 1994 Budapeşte Muhtırasıyla (Budapest Memorandum), söz konusu askeri yetenekten ABD, Rusya ve İngiltere’nin verdiği güvenlik garantileri çerçevesinde feragat etti ve bu silahların ülkesi topraklarından çıkarılmasına rıza gösterdi. Kiev’deki siyasi kançılaryalarda bu kararın bugün nasıl değerlendirildiğini bilemiyoruz ama kimi çevrelerde stratejik hata olarak pişmanlıkla irdelenmesi şaşırtıcı olmaz. Asıl sorun, ABD’nin ikili planda ittifak ilişkileri içerisinde bulunduğu ülkelere verdiği taahhütlerin güvenirliliğinin zedelenmesinin küresel güvenlik sahnesinde yol açabileceği sarsıntıdır. Japonya ve Güney Kore’nin sahip oldukları kanıtlanmış ancak silaha dönüştürülmemiş nükleer yeteneklerinin kuvveden fiile intikal ettirilmesinin açacağı kutu Pandora’nınkinden daha karmaşık olacaktır.
ABD’nin Çin’e yönelik siyaseti konusundaki eleştirilerde ise daha ihtiyatlı olunabileceğini düşünüyoruz. Çin’in ekonomik açıdan beklenenin ötesinde bir ilerleme gösterdiği, bu arada askeri harcamalarını arttırdığı doğrudur. Ancak Çin bugüne kadar ABD ve Rusya’nın yaptığı gibi başka ülkelere askeri müdahalede bulunmamış, buraları işgal etmemiştir.
Çin’e karşı müteyakkız olmak, ekonomik kalkınmasının askeri gücüne, askeri gücündeki yükselişinin çevresine nasıl yansıdığını izlemek elbette temel bir dış ve güvenlik politikası işlevidir. Hitler Almanya’sı da ekonomik toparlanmayla birlikte geniş çaplı bir silahlanmayı kısa sürede gerçekleştirebilmişti. Ancak ön alarak Çin’i çevrelemeye çalışmak tartışılabilir bir yöntemdir ve olanaklı görünmemektedir. Nitekim Başkan Obama da bu düşünceyi reddetmektedir. Odaklanılması gereken, Rusya örneğinden gerekli dersleri çıkartarak, Çin’in uluslararası barış ve istikrarın sağlanmasına somut katkı yapmaya ikna edilmesidir. Pekin’in, daha az tartışmalı siciliyle, ABD ve Rusya’yı böyle bir işbirliğine ikna etmeye çalışması da onun saygınlığını arttırır. Çin’e ilişkin yazımızda değindiğimiz yumuşak güç açığını kapatmasına yardımcı olur.
Eleştiriler bahsini geçip ABD’nin bir küresel güç olarak güncel konumuna dönecek olursak:
Birincisi, ABD son 100 yılda, çok kısa süreli askeri müdahaleler bir yana bırakılacak olursa, yedi kez savaşmıştır. Bunlar sırasıyla Birinci ve İkinci Dünya Harpleri, Kore, Vietnam ve Körfez savaşları, Afganistan ve Irak müdahaleleridir. Ayrı ayrı hesaplandığında bunların toplam süresi yaklaşık 40 yıldır. Afganistan müdahalesi süre olarak Vietnam’ı geride bırakmıştır( sırasıyla 12 ve 10 yıl) . Irak müdahalesi (yaklaşık 9 yıl) süre olarak Vietnam savaşına yakındır. Dolayısıyla Başkan Obama’nın ABD’nin “sürekli savaş halinde olamayacağına” ilişkin tespitinin sağlam bir gerekçesi vardır.
ABD’nin en büyük ulusal travması diyebileceğimiz Vietnam savaşındaki can kaybı yaklaşık 60,000 idi. Bu sayı Irak ve Afganistan müdahaleleri için sırasıyla 5,000 ve 3,500 dolayındadır.
ABD’de yapılan bir Pew araştırması, Ukrayna’ya silah ve askeri malzeme yardımı yapılmasına destek verenlerin % 32, buna karşı çıkanların ise % 62 olduğunu gösteriyor. Askeri opsiyonların da “düşünülebileceği” kanaatinde olanlar ise sadece % 8.
Bu yedi savaşın birikmiş etkisi bağlamında söylenebilecek olan, ABD’nin siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan savaş yorgunu olduğudur.
İkincisi, Afganistan ve Irak müdahaleleri ABD bakımından denizaşırı kuvvet konuşlandırmalarını gerektirmişti ancak hasımları Taliban ve Irak Ordusu idi. Bunlar da ABD’ne, kuvvet konuşlandırılması ve çatışma aşamalarında kabul edilemeyecek düzeyde zarar verme yeteneğine sahip değillerdi. Gerçekçi olmak gerekirse, küresel güçlerin hiçbirinin, bir diğerinin yakın çevresinde, denizaşırı konuşlandırmalar yaparak “dayatmada bulunmak” veya konvansiyonel bir çatışmayı sürdürmek olanağı artık yoktur. Daha açık bir deyişle ABD’nin, Ukrayna’ya kuvvet sevk edip Rusya’yı, Japonya’ya kuvvet sevk edip Çin’i tutum değiştirmeye zorlamak imkanı bulunmamaktadır. Bunun ötesinde ise Soğuk Savaş döneminde çatışmayı önlemiş olan nükleer korku dengesi yatmaktadır.
Üçüncüsü, “ABD’nin küresel gücü inişte midir?” soruna yanıt arayacak olursak söylenebilecek olan şudur: ABD’nin Sovyetler Birliği’nin çöküşünü izleyen dönemdeki küresel üstünlüğünü sonsuza kadar sürdürmesi olanaklı değildi. Bu açıdan bakıldığında evet, ABD’nin göreceli küresel gücü 20 yıl önceki düzeyinde değildir. Ancak unutmamak gerekir ki ABD ekonomik krize rağmen dünyanın en büyük ekonomisidir. En büyük askeri gücüdür. En fazla ileri teknoloji üreten ülkesidir. Denizaşırı kuvvet projeksiyonu kapasitesi bakımından Çin ve Rusya’nın ilerisindedir.
Dördüncüsü, Irak müdahalesi, ABD’ne yumuşak gücünden çok şey kaybettirmiştir. Ancak Çin ve Rusya yumuşak güç bakımından ABD’nin de gerisindedir. Dolayısıyla ABD’nin kaybettiği gücü tekrar kazanmaya, arttırmaya yönelik politikalar izlemesi kendi çıkarınadır.
Sonuç olarak söylenebilecek olan tek süper güçlü küresel düzenin artık sona erdiği ancak ABD’nin hala bir numaralı küresel güç olduğudur. Bu, “ama nereye kadar?” sorusunun sorulmasına elbette engel teşkil etmemektedir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s