6 Nisan 2014
Ukrayna bunalımı hızla gelişti ve bir bakıldı ki Kırım kaybedilmiş. Son günlerde ise Rusya’nın Ukrayna sınırında konuşlandırdığı 40-50,000 kişilik kuvvetin, Moskova tercihini bu yönde kullanırsa, ülkenin doğusuna sadece birkaç gün içerisinde hakim olabileceği konuşuluyor. ABD, NATO’nun Baltıklardaki müttefiklerine güven vermeye çalışıyor. Aslında daha önce de işaret etmeye çalıştığım üzere, Batı’nın krizin belirli bir aşamasından sonraki amacı Kırım’ı kurtarmaktan çok doğu Ukrayna’ya yönelecek bir müdahaleyi önlemek idi. Rusya böyle bir niyeti olmadığını söylese de bu tür açıklamalara tam güven duymak olanaklı değil. Nitekim açıklamalarını da kapıyı bu olasılığa açık tuttuğunu düşündüren bir içerikte formüle ediyor. Esasen Rusya’nın en başından itibaren istediği, müdahale tehdidinin Ukrayna yönetimini Batı’ya fazlaca yaklaşmaktan caydırmasıydı. Baskı yoluyla bunu sağlayamayınca Kırım’ı ilhak etti. Ancak Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmekle verdiği mesaj sadece Ukrayna’ya yönelik değildir. Rusya 2008 Gürcistan savaşında da bu mesajı vermişti. Kırım’la aynı mesajı güçlü biçimde hatırlatmış oldu. Mesajın kapsam alanı ise Rusya’nın tüm “yakın çevresi”. Rusya’nın bu yaklaşımı, uluslararası ilişkilerde gerektiğinde kaba kuvvetle desteklenebilen dayatmacılığın devam etmekte olduğunun göstergesidir. Rusya’nın yakın çevresine bakışının değişmesi ise neredeyse komünizmin çöküşü kadar büyük, demokratik bir dönüşüm gerektiriyor. Bunun da görülebilir vadede gerçekleşemeyeceği açık çünkü otoriter geleneklere sahip ülkelerde demokrasi kültürünün yerleşmesi çölün yeşertilmesi kadar zor.
Ukrayna şimdi 25 Mayıs’ta yapılması planlanmış olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlanıyor. Bu seçim, geride kalan 20 yıllık iç kavga, yoksulluk, yolsuzluk ve karmaşanın sona erdirilmesi, yeni bir başlangıç yapılması bakımından yaşamsal önem taşımakta. Ukrayna’da, Kırım’ın kaybının açtığı yara çok derin ve taze olmasına rağmen bir özeleştirinin başladığı, örneğin Sağ Sektör isimli aşırı sağcı ve milliyetçi partinin protesto eylemleri sırasında bu kadar öne çıkmış olmasının neden ve sonuçlarının tartışılmaya başlandığı görülüyor. Bu da iyi bir gelişme zira özeleştiri yapabilmek bir olgunluk ölçütüdür.
Benzer bir özeleştiriye Batı’nın da başladığı görülüyor. Birçok gözlemci, benim de katıldığım, Batı’nın Ukrayna krizini iyi yönetemediği tespitini yapıyor. Bazı AB ülkelerinin üst düzey yetkilileri, Yanukoviç’in AB ile ortaklık anlaşmasının imzası konusundaki duraksamalarını, verdiği çelişkili mesajları daha iyi değerlendirmiş olmaları gerektiği anlamına gelen beyanlarda bulunuyorlar. Rusya’ya karşı uygulanmakta olan yaptırımların ise Moskova’yı etkilemediği, Avrupa’nın, özellikle Almanya’nın bu konuda sıkıntıları bulunduğu açıkça görülüyor. Esasen AB’nin ciddi bir uluslararası krizin yönetiminde fazla ağırlık taşımadığı Ukrayna tecrübesiyle bir kez daha ortaya çıktı. Dolayısıyla Batı’nın yapabildiği daha çok Rusya’nın Kırım’ı ilhakının uluslararası hukukun açık bir ihlalini oluşturduğunu vurgulamak, Putin Rusya’sının saldırgan kimliğini teşhir etmek.
En çok tartışılan konulardan biri de Rusya-Batı, daha doğrusu Rusya-ABD ilişkilerinin geleceği. Bu bahiste söylenebilecek olan kimsenin iyimserlik sergilemediği. Aksine, “yeni bir soğuk savaş mı başlıyor?” sorusunu soranlar var. Benim bu konudaki düşüncemi, öngörümü en iyi yansıtan Peter Baker’ın 18 Mart 2014 tarihli New York Times gazetesinde yayınlanan makalesinin başlığı: “Yeni bir soğuk savaş değilse de soğuk bir rekabet”. Evet, Rusya-ABD ilişkilerinde “reset” uzunca bir süre için ertelendi. Oysa Suriye kimyasal silahlarının imhası konusunda sergilenen işbirliği, Esad yönetimi ile muhalefet arasında Cenevre müzakere sürecinin canlandırılmış olması, İran nükleer programına ilişkin gelişmeler bunun olabilirliği konusunda bir ümit yaratmıştı. Ukrayna krizi tabloyu değiştirdi.
Diğer yandan, uluslararası gündemdeki sorunlar ertelenebilir nitelikte değil. Suriye iç savaşının neden olduğu insani kriz her geçen gün katlanılması daha güç boyutlara ulaşıyor. Esad yönetimi, Özel Temsilci Lakhdar Brahimi’nin aksi yöndeki uyarılarına rağmen savaş ortamında cumhurbaşkanlığı seçimi düzenlemek gibi yeni bir yanlışın hazırlığını yapıyor. Muhalefetle Cenevre’de başlatılmış olan müzakere süreci durmuş vaziyette. El Kaide bağlantılı örgütler Suriye ve Irak’ta zemin kazanmayı sürdürüyor.
İran nükleer programı konusunda bir anlaşmaya varılması Rusya ile Batı arasında belirli bir uyum gerektiriyor.
Dolayısıyla ABD ile Rusya’nın, ilişkilerine hakim olan ve görülebilir gelecekte kalıcı olacağı anlaşılan soğukluğa rağmen, asgari müştereklerde buluşmaları gerekiyor. Rusya’nın artık küresel bir güç olup olmadığını tartışanlar dahi Rusya’nın çevresindeki sorunlar bakımından özel bir konuma sahip bulunduğunu yadsımıyor. Asgari müştereklerin bulunması için de en büyük görev de öncelikle iki ülke dışişleri bakanlarına düşüyor. Kerry ve Lavrov bugüne kadar aralarında iyi bir çalışma ilişkisi kurabildikleri izlenimini vermişlerdi. Bunun iki ülke arasında derinleşen görüş farklılıklarını ve Obama ile Putin arasındaki uyuşmazlığı aşmaya ne kadar katkı sağlayabileceğini zaman gösterecek.
İçinde bulunduğumuz dönemin Obama yönetimi için hayli sıkıntılı olduğunda kuşku yok. Nitekim kimileri ABD’nin gücünün sınırlarına dayanıp dayanmadığını tartışıyor. ABD muhalif çevrelerinde dış politikaya, özellikle Başkan’ın “kararsız” olarak tanımlanan tutumlarına yönelik eleştiriler artıyor. Bu bağlamda,
- Esad yönetimine karşı daha müdahaleci bir tutum alınmamış olmasına,
- Ukrayna krizinin öngörü eksikliği yansıttığına, iyi yönetilemediğine,
- Afganistan’da Cumhurbaşkanı Karzai’nin ABD’nin 2014 yılı sonrasında bu ülkede sınırlı bir askeri mevcudiyet idame ettirmesine olanak verecek güvenlik anlaşmasının imza sorumluluğunu halefine bırakarak bu konuda bir belirsizlik yaratmış olmasına,
- Şimdi bütün bunlara, Orta Doğu barış müzakerelerinde başarısızlığın eklenmek üzere olduğuna değiniliyor. İsrail-Filistin görüşmelerinin kesilmesi aslında daha önce defalarca tanık olunan bir durum olmakla birlikte bunun Kerry’nin yoğun kişisel çabasına rağmen diğer sıkıntılarla aynı zamana denk gelmesi düş kırıklığını arttırıyor.
Başkan Obama çatışmaya mesafeli duran, diplomatik çözümlere öncelik veren yaklaşımlarını görevinin sonuna kadar sürdürecek mi yoksa bir aşamada, bir yerde “kararlılık gösterisi” olarak algılanabilecek beklenmedik bir tutuma mı yönelecek? ABD iç siyaseti, kendisinin dış politika tercihleri üzerinde ne kadar etkili olacak? İkinci görev döneminin sonunda nasıl bir siyasi miras bırakmak isteyecek? Tarih ve özellikle Amerikan kamuoyu bu mirasın selefi Bush’unkinden farklı olmasını nasıl değerlendirecek? Bu ve benzeri soruların Başkan Obama’nın ve yakın çevresinin gündeminde olduğunu düşünmek mümkün. Bush yönetiminin Irak’a müdahalesinin Türkiye ve çevremiz için yarattığı sıkıntıları yaşamış bir bölge insanı olarak Başkan Obama’nın temel dış politika yaklaşımını, Libya müdahalesi istisna edilmek koşuluyla doğru bulduğumu her zaman dile getirdim. Bunun küresel düzeyde yeni bir işbirliği dönemi için güçlü bir dinamik oluşturduğunun yeterince kavranamamış olmasını ise bir talihsizlik olarak değerlendirdim. Bu kanımı koruyorum.