31 Mart 2014
22 Haziran 2012 tarihinde Suriye bir F-4 jet uçağımızı düşürdü. İki pilotumuz şehit oldu. Uçağın tam nerede nasıl vurulduğu, tarafların olayı kendilerine göre yorumlaması nedeniyle tam bir açıklık kazanamadı. Öyle olduğu için de acımızı, infialimizi daha çok içimize gömdük.
23 Mart 2014 tarihinde de biz bir Suriye Mig-23 uçağını düşürdük. Bu defa sevinenler oldu. Uçağın pilotu hayatını kurtarabildi. Ölseydi belki de intikam duygularını bastıramayanların sevinci katlanacaktı.
Ben bir komşumuzla böyle çatıştığımız için, ama özellikle yok yere şehit verdiğimiz için üzülüyorum. Suriye konusunda izlemekte direndiğimiz yanlış politikanın itibarımızı, inandırıcılığımızı daha ne kadar tahrip edeceğini, bizi nereye taşıyacağını düşünüp derin kaygı duyuyorum. Ama “biz de onların uçağını düşürdük” diye sevinemiyorum. Bu duygum insani ve siyasi nedenlere olduğu kadar, öç alma yaklaşımının nerede duracağı kestirilemeyen bir tırmanmaya yol açabileceği kaygısına dayanıyor.
Uçağımızın düşürülmesini takiben Türkiye’nin, Suriye’ye karşı uygulamakta olduğu “angajman kuralları”nı değiştirdiği, daha doğrusu tepki eşiğini indirdiği açıklanmıştı.
Biz İngilizcedeki “rules of engagement” (ROE) ifadesini “angajman kuralları” olarak tercüme ediyoruz. Olabilir ama bana göre daha doğrusu “çatışma kuralları” demektir. Anlamı çok daha iyi verdiği için bu yazımda “çatışma kuralları” ifadesini kullanacağım.
“Çatışma kuralları”nın tanımı için değişik yerli ve yabancı kaynaklara baktım. Sivil kimlikli biri olarak bunlardan derleyebildiğim “kolay tanım” ise şu:
“Çatışma kuralları, silahlı kuvvetlere mensup birimlerin, hangi koşullarda ve hangi kayıtlar çerçevesinde silah/kuvvet kullanabileceğini belirleyen yönergelerdir.”
Sözkonusu yönergeler/kurallar birer güvenlik ve savunma önlemi olduğu kadar, üçüncü tarafları belirlenmiş ve ilan edilmiş eylemlerinden caydırmak işlevi de görürler.
Bu yönergeler en uç birimlere, yani icabında tetiğe dokunabilecek kişilere veriliyor. Örneğin pilotlar, çatışma kuralları belirlendikten sonra bu kapsama giren bir durum için üssünden ayrıca talimat istemiyor. Arazideki asker bir tehditle karşılaştığında, “ben de ateş edebilir miyim?” diye sormuyor. Hepsi bu kurallar çerçevesinde nasıl hareket etmesi gerektiğini biliyor. Buradaki “hangi kayıtlar çerçevesinde” sözcükleri önemli. Zira çatışma kuralları, silahlı kuvvetler mensuplarına silah kullanma konusunda açık çek verilmesi anlamını taşımıyor. Bilakis, silahın hangi koşullarda kullanılabileceğini, bu noktaya varmadan önce neler yapılması gerektiğini söylüyor. Bir başka ifadeyle, silah kullanımını sınırlandırıyor. Örneğin bir pilota, “ikaz atışı yapmadan önce karşındaki uçağı üç defa uyar”, “uyarıyı dikkate almazsa ikaz atışı yap”, “ikaz atışları da caydırıcı olmazsa füzeni ateşle” diyor. Bu kayıtlar, yoğun günlük çatışmaların yaşandığı yerlerde sorun yaratabiliyor. Yabancı basında, Amerikan kuvvetlerinin Afganistan’da uygulamakla yükümlü oldukları çatışma kurallarının Amerika’nın oradaki can kaybını arttırdığı, zira fazla sınırlayıcı olduğu yolunda eleştiriler yapıldığından söz ediliyor. Elbette çatışma kurallarının uluslararası hukuka, özellikle savaş hukukuna uygun olması lazım. Savaş her türlü hukukun bittiği yer olmadığı gibi bu kuralları belirleyenler de daha çok hukukçular. Hatta zaman zaman bu kuralları yazanların “savaş şartlarından habersiz oldukları” yolunda eleştirilerin yapıldığı da anlaşılıyor. Çatışma kuralları, örneğin bir uçuşa yasaklı bölge için yayınlanan notamlar gibi yayınlanmıyor. Dolayısıyla Suriye’ye ilişkin çatışma kurallarımızın 22 Haziran 2012’den önce ve şimdi ne içerdiğini görmek imkanı yok. Aşağıda söylediklerim de esas itibariyle benim gelişmelerden edindiğim izlenimler.
22 Haziran 2012’de uçağımızın düşürülmesinden sonra Türkiye, Suriye’ye karşı uygulanmakta olan çatışma kurallarını değiştirdi. Daha açık bir deyişle, pilotlarımızın silah kullanabilme yetkisine ilişkin kayıtları veya sınırlandırmaları esnetti. Suriye’yi düşman ülke kategorisine koydu. 23 Mart 2014 tarihinde Suriye Mig’ini düşüren pilotlarımız da bu yeni kurallar çerçevesinde hareket ettiler. Hiç kuşkusuz görevlerini eksiksiz yaptılar. Esasen, Suriye askeri uçaklarının pilotları da kendilerinin bizim tarafımızdan “düşman telakki edildiğini” ve bir aşamada kendilerine karşı silah kullanılabileceğini iki nedenle çok iyi biliyorlardı.
Birincisi, tüm askeri uçaklarda “dost/düşman belirleme” sistemleri mevcuttur (IFF/Identification friend/foe).
İkincisi, Suriye’ye genel yaklaşımımız bunu açıklıkla ortaya koymaktadır.
Hava sahası ihlalleri konusuna gelince, bilindiği üzere sivil uçakların sürati, uçağın tipine göre ortalama saatte 600-1000 km. arasında değişmekte. Askeri uçakların sürati ise bunun yaklaşık iki misli, hatta daha fazla yani ses hızının da üzerinde. Dolayısıyla, bu uçakların seyrettikleri yüksek hızlarda ani ve çok keskin manevra kabiliyetleri sınırlı. Kara araçları gibi keskin U-dönüşü yapmak olanağına sahip değiller. Buna bir savaş durumunun getireceği ilave karmaşayı veya coğrafi koşullardan kaynaklanan zorlukları eklersek, hava sahası ihlallerini daha sağlıklı değerlendirebiliriz.
Dışişleri Bakanlığında Denizcilik Havacılık Dairesi Başkanlığı yaptığım 1982-1985 yıllarında rutin mesaimin bir bölümü de Yunanistan’la aramızdaki hava sahası ihlali iddialarıyla uğraşmaktı. Ege’nin çok kendine özgü yapısı, Anadolu önüne adeta serpiştirilmiş konumdaki Doğu Ege adaları bu sorunun gündemden düşürülmesini daha da zorlaştıran faktörlerdi. Elbette bunda ilişkilerimizin o dönemde pek de olumlu olmayan genel havasının da önemli payı vardı. Oysa neticede iki NATO müttefikiydik. Belçika ve Hollanda’nın, eğer varsa, askeri uçaklarının birbirlerinin hava sahasındaki masum ihlallerini sorun yapmadıklarına eminim.
Küçük hava sahası ihlalleri dünyanın birçok yerinde vuku bulabilir. Zira askeri uçaklar eğitim/tatbikat uçuşları için sivil uçakların kullandığı hava koridorları dışında kalan (açık denizler üzerindeki) uluslararası hava sahasını kullanırlar. Denize çıkışı olamayan ülkelerin askeri uçakları ise bu faaliyetlerini ancak kendi ulusal hava sahalarında gerçekleştirebilirler. Keşif uçuşları ise sınır kesimlerinde, ulusal hava sahası içerisinde gerçekleştirilir. Olağan koşullarda, bir ihlalin ciddiyet kazanması için sürekli, derin veya maksatlı olması beklenir. Daha açık bir deyişle, hiçbir ülke bir başka ülkeye mensup askeri uçakların kendi toprakları veya karasuları üzerinde sıklıkla kilometrelerce uçmasını, aşağısını gözetlemesini, istihbarat toplamasını kabul etmez. Öte yandan masum hava sahası ihlali yapan tüm askeri uçaklar düşürülecek olsa her gün bir yerlerde savaş çıkar.
Bizim Suriye’ye ilişkin olarak belirlediğimiz çatışma kurallarının, Hükümetin Esad yönetimine ilişkin askeri ve siyasi değerlendirmesini yansıttığı yadsınamaz. Suriye uçaklarının her gün tepemizde uçmasını, top mermilerinin topraklarımıza düşmesini elbette kabul edemeyiz ama orada bir savaş olduğu gerçeğine de gözümüzü kapatmamalıyız. Suriye ile aramızda bir tampon ve rejimin askeri uçuşlarına kapalı bir bölge tesisini de amaçladığı anlaşılan çatışma kurallarımızı, silaha davranmayı, yukarıda değindiğim gibi tırmanmayı teşvik edecek biçimde belirlememiz hem ilke olarak hem de kendi uçaklarımızın güvenliği açısından doğru değildir. Paniğe kapılan bir Suriye askeri uçağının da füzesini ateşlemesiyle yeni can kaybı yaşamakta, savaşa yaklaşmakta çıkarımız yoktur.
Biraz bıkmış olsam da tekrar değinmekten vazgeçmeyeceğim temel yanlış, bir komşu olarak Suriye’deki ateşin söndürülmesine, bir uzlaşı bulunmasına en başından başlayarak bugüne kadar çaba gösterme seçeneğini, öngörü eksikliği nedeniyle çabucak dışlamış, üstelik kriz yönetiminin vazgeçilmez aracı olan iletişimi kesmiş olmamızdır. Hükümetimizin, Cumhurbaşkanı Esad’la gerçekleştirilen yedi saatlik görüşmenin sonrasında, bunun tarafımızdan gösterilebilecek en son ve en büyük fedakarlık olduğunu düşünerek kibirle bu temaslara nokta koyması ve Esad’ı düşman ilan etmesi hata olmuştur. Oysa görüyoruz ki Ukrayna konusunda aralarındaki derin görüş farkına rağmen Dışişleri Bakanları Kerry ve Lavrov geçenlerde Londra’da yedi olmasa bile altı saat görüşebildiler ve görüşmeye devam ediyorlar. Nitekim geçtiğimiz pazar günü Paris’te tekrar dört saat bir araya geldiler. Bunca gerilimden sonra Obama ve Putin iki gün önce tekrar telefonla konuştular. ABD, Ukrayna konusunda taraf olmasına rağmen, bizim yaptığımız gibi köprüleri yakmıyor.
Yeni çatışma kurallarımızın bir başka boyutu daha var. Suriye’nin kuzey bölgelerinde kimin kontrolü elinde tuttuğu, kimin araziye hakim olduğu çok tartışılan bir husus. Rejim bölgeyi tekrar ele geçirmeye çalışıyor. Ama oraya şu sırada hakim olan Irak ve Şam İslam Devleti’nin (IŞİD)savaşçıları mı yoksa rejim muhalifleri mi belli değil. Kim kiminle işbirliği halinde ve kime karşı savaşıyor söylemek zor. Dolayısıyla bizim savaşa müdahale ettiğimiz şeklinde yorumlanabilecek, böyle takdim edilebilecek davranışlardan kaçınmamız gerekir. Şam yönetimiyle bütün köprüleri atmamış olsaydık kendilerini siyasi kanallardan da hava sahası ihlalleri konusunda uyarabilirdik.
Türkiye’nin ulusal çıkarları Suriye iç savaşının sonlandırılmasında ve Türkiye’nin bu savaşın girdabına çekilmemesinde yatmaktadır. Türkiye mezhep ağırlıklı yaklaşımları terk edip barışa odaklanmalıdır. Bunu söylemleriyle değil eylemleriyle ortaya koymalıdır. İnandırıcı olmak uluslararası ilişkilerde büyük bir güç, olamamak ise zaaftır.