23 Şubat 2014
Diplomatik ilişkilerin nasıl yürütüleceğini düzenleyen 18 Nisan 1961 tarihli Viyana Sözleşmesinin 27. maddesi diplomatik misyonların yazışmalarının güvenliğini (ki bu gizlilik demektir) garanti etmektedir. Bu maddenin 1. ve 2. fıkralarında şöyle denilmektedir:
“1. Kabul eden Devlet, misyonun her türlü resmi amaç için serbestçe haberleşmesine izin verecek ve bunu koruyacaktır. Gönderen Devletin Hükümeti ve nerede bulunursa bulunsun diğer misyonları ve konsoloslukları ile haberleşme esnasında misyon, diplomatik kuryeler ve kodlu veya şifreli mesajlar dahil olmak üzere uygun bütün haberleşme vasıtalarını kullanabilir.
“2. Misyonun resmi yazışması ihlal edilemez. Resmi yazışma, misyon görevlerine ait her türlü yazışma demektir.”
27.Maddede “yazışma” denilmekle birlikte bununla kastedilen her türlü yazılı ve sözlü muhaberattır. Bu Sözleşme elan yürürlükte. Ancak teknolojik gelişme haberleşme yöntemlerini değiştirdi. Bugün büyükelçilikler, başkonsolosluklar başkentleriyle “güvenli” sistemler kullanarak internet üzerinden haberleşiyorlar. Kağıt, biraz abartıyla, devreden çıkmak üzere. Telefon da çok kullanılıyor. Bu nedenle “güvenli telefon” sistemleri geliştirildi. Ne var ki hayatın gerçeği, 27. maddede söylenenden çok farklı. Birçok ülke olanakları çerçevesinde başkalarını dinliyor; onların haberleşmesini görebilmek için çaba sarf ediyor. Bu yıllardan beri de böyle. Teknolojik ilerleme bu açıdan bir fark yaratmadı.
Son yıllarda, “haberleşme güvenliği” kavramını sarsan üç önemli olay yaşandı. Bunlardan birincisi “Wikileaks” idi. Aslında bu, haberleşme güvenliğinin ihlalinden farklı bir nitelik taşımaktaydı çünkü ABD Dışişlerinin gizli yazışmalarını ifşa eden bir Amerikalıydı.
İkincisi, eski CIA çalışanı Edward Snowden’in ABD istihbarat örgütlerinin, müttefikler dahil birçok ülke yöneticisinin telefonlarını dinlediğini açıklamasıydı. Dinlenenler arasında Şansölye Merkel’ın adının geçmesi olaya ayrı bir özellik kazandırdı. Almanya ve Fransa buna ölçülü bir tepki gösterdi. Çoğunluk aynı şeyi yaptığı veya yapmaya çalıştığı için kıyamet kopmadı.
Üçüncü olay, ABD Dışişleri Bakan Yardımcılarından Victoria Nuland’ın, ABD’nin Kiev Büyükelçisi Geoffrey Pyatt arasında geçen kritik içerikli bir telefon konuşmasının “birileri” tarafından dinlenerek internet ortamında duyurulması oldu. Nuland ve Pyatt bu telefon görüşmesinde Ukrayna’daki bunalımı ele alıyorlar. Anlaşılan o ki, Ukrayna Cumhurbaşkanı Yanukoviç 25 Ocak 2014 tarihinde iki muhalif lidere hükümette görev vermeyi önermiş. Bakan Yardımcısı ve Büyükelçi bu iki kişiden biri hakkında olumlu, diğeri hakkında duraksamalı konuşuyorlar. Bakan Yardımcısı bu kişinin hükümette yer almasının iyi bir fikir olmadığını söylüyor. Daha sonra, Avrupa Birliği’nin Cumhurbaşkanı Yanukoviç üzerinde yeterince baskı uygulamadığını, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un Kiev’e özel temsilcisini göndermekte olduğunu, bunun bir çıkış yolu bulunmasına yardımcı olacağını belirtiyor. Sonunda da, benim burada “boşver AB’ni” olarak tercüme edebileceğim küfürlü/argo bir ifade kullanıyor.
Bu görüşmenin ses kaydının yayınlanması, özellikle bu ifade nedeniyle herkese ilginç geldi. Oysa dünyada pek çok kişi günlük yaşamında, işinde bu tür ifadeler kullanmakta. Ancak konuşan ABD’nin bir bakan yardımcısı ve bahsettiği de AB olunca ve daha da önemlisi bunun ses kaydı yayınlanınca olay biraz farklı algılanabiliyor.
Bakan Yardımcısı Nuland, ABD’nin sorumlu olarak Rusya’yı işaret ettiği bu dinleme olayını takiben AB’den özür diledi ve olay kapandı. Herhalde ABD bundan sonra birçok konuda AB ile birlikte hareket etmekte olduğunu, örneğin İran nükleer programına ilişkin müzakerelerden bahsederken yaptığı gibi, daha da özenle vurgulayacak.
Bana göre, bu telefon kaydının üzerinde daha fazla durulması gereken yanı Ukrayna Cumhurbaşkanı Yanukoviç’in iki muhalif lidere hükümette görev vermek yolundaki önerisiydi. Zira bu, bunalımdan çıkmak için birçok ülkenin devrede olduğunu ve Cumhurbaşkanının bunlarla belirli bir diyalog içinde bulunduğunu göstermekteydi. Herhalde bu öneriden Moskova’nın da haberi vardı. Bu senaryo gerçekleşemedi. Sonraki gelişmeler ise baş döndürücü bir seyir izlemekte. Yanukoviç Kiev’den ayrılmakla birlikte ülkenin meşru Cumhurbaşkanı olduğu iddiasını sürdürmekte. Yerine Geçici Cumhurbaşkanı olarak Parlamento Başkanı getirildi. Ancak belirsizlik ortamı devam ediyor. Rusya Cumhurbaşkanı Putin, Soçi Kış Olimpiyatları nedeniyle bugüne kadar suskun kaldı. Şimdi nasıl bir tavır alacak? Mali destek, doğalgaz gibi kozları kullanacak mı? ABD, Rusya’ya askeri bir müdahaleden kaçınması çağrısında bulundu. Obama-Putin telefon görüşmesinden sonra böyle bir çağrıya ihtiyaç duyulması manidar. Bu uyarı sağlam bir gerekçeye mi dayanıyor yoksa caydırıcı bir önlem niteliği mi taşıyor? Bu ve benzeri soruların yanıtları herhalde yakın vadede netlik kazanacak. Rusya’nın Ağustos 2008’de Gürcistan’la çatışmaya girmesi, Moskova tarafından, Güney Osetya’daki Rus barış koruma gücü mensuplarına ve Rus vatandaşlarına yönelik saldırıya tepki olarak takdim edilmişti. Bu konuda AB tarafından İsviçreli diplomat Heidi Tagliavini başkanlığındaki bağımsız komisyona yaptırılan araştırma, böyle saldırı olduğunu teyit etmekle birlikte Rusya’nın tepkisinin orantısız olduğu sonucuna varmıştı. Ukrayna’ya müdahale için böyle bir gerekçe de mevcut değil. Suriye’de dışarıdan bir askeri müdahaleye karşı çıkan Rusya Ukrayna’da bunu göze alabilir mi? Bu herhalde, yansımaları Gürcistan savaşından daha derin ve kalıcı bir nitelik taşıyacağından çok zor bir karar olur. Dolayısıyla en iyi senaryo, Rus diplomasisinin herkesin çıkarına olduğu söylenebilecek bir uzlaşının bulunmasına yardımcı/ortak olmasıdır. Umarım Ukrayna’da kurulması öngörülen geçici hükümet kısa sürede ülkede genel düzeni tesis eder, kutuplaşmayı önler, uzlaşmaya öncelik verir ve zamanla siyasi ve ekonomik reformları gerçekleştirebilecek, özellikle gelir dağılımı sorununu ortadan kaldırmaya odaklanabilecek yeni lider kadrolarının ortaya çıkmasına imkan sağlar. ABD, Rusya ve AB de önemli bir kriz yönetim sınavını gelecek için güven yaratacak biçimde vermiş olur.
Bakan Yardımcısı Nuland’ın “boşver AB’ni” demesine neden olan birikmiş tepkiye dönecek olursam, kanımca bunun iki nedeni vardır.
Bunlardan birincisi, Avrupa Birliği’ne yüklenen aşırı beklentidir. Nitekim bizde de, “küresel bir güç olmak istiyorsa AB’nin Türkiye’yi mutlaka içine alması gerektiği” görüşü sürekli ifade edilmiştir. Oysa AB, en azından şimdilik, böyle bir iddiaya sahip görünmüyor. Özellikle ekonomik krizin aşılmaya çalışıldığı şu dönemde ortalama Avrupalının birinci önceliği ekonomik istikrar.
İkinci neden, 28 ülkeden oluşan AB’ne tek bir liderin değil kurumsal yapıların egemen olması, bu nedenle buhran yönetiminde süratle karar almakta ve bunu güçlü bir biçimde seslendirmekte zorlanılmasıdır. ABD’ne baktığımızda güçlü bir Başkan görüyoruz. Kendisi aynı zamanda başkomutan sıfatını taşıyor. ABD demokrasisinin bünyesinde mevcut denge ve fren sistemi Başkanın keyfi biçimde hareket etmesine imkan tanımıyor ancak konuştuğunda her meseleye belirli bir ağırlık koyma olanağına sahip. Rusya ise otoriter bir sistemle yönetiliyor. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı çok daha rahat hareket edebiliyor. AB’nin Konsey ve Komisyon Başkanlarının konumları bu ikisinden çok farklı. AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisinin yapabilecekleri ise sınırlı. Dolayısıyla AB kritik bir sorunla karşılaştığında ilk akla gelen Almanya ve Fransa oluyor ve sonunda Şansölye Merkel öne çıkıyor. Ancak onun da AB adına bağlayıcı biçimde konuşması olanaksız. İngiltere de kuşkusuz çok güçlü bir üye ancak onun konumu biraz daha farklı. Herşeye rağmen Almanya, Fransa ve Polonya Dışişleri Bakanlarından oluşan AB üçlüsü Ukrayna konusunda çok aktif görünüyor.
Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un 31 Ocak 2014 tarihinde, Münih Güvenlik Konferansını açarken yaptığı konuşma Almanya’nın daha iddialı bir dış politika arayışına mı yönelmekte olduğu sorusunun tekrar gündeme gelmesine neden oldu. Cumhurbaşkanı Gauck konuşmasında dünyadaki değişim, bunun içerik ve hızı üzerinde durmuş. Şu sırada dünyanın yegane süper gücünün, küresel konumunu ve bunun getirdiği yükümlülükleri değerlendirmekte olduğunu; AB’nin ise sadece kendisine odaklandığını bu durumda Almanya’nın hiçbir şey olmuyormuş gibi davranamayacağını ifade etmiş. Almanya esasen önemli bazı konularda diğer AB ortaklarından ve ABD’den farklı tutumlara yönelebilmiş bir ülke. Libya’ya askeri müdahaleye yolunu açan 17 Mart 2011 tarihli ve 1973 sayılı Güvenlik Konseyi kararına çekimser oy vermiş olması bunun bir örneği. Anlaşılan bu konuşma Alman dış politikasının artan bir ilgiyle izlenmesine vesile olacak.