2014’den 2015’e

25 Aralık 2014
Geride bırakmakta olduğumuz yılın değerlendirmesine başlamadan önce geçen sene bu günlerde kaleme aldığım yazıya (2013’den 2014’e) göz gezdirdim.
Başkan Obama’nın sorunların çözümünde askeri müdahale yerine siyasi/diplomatik yöntemlere öncelik vermesinin küresel güçler arasındaki ilişkilere, özellikle ABD-Rusya münasebetlerine bir işbirliği anlayışı getirebileceğine dair öngörüm Ukrayna bunalımı nedeniyle gerçekleşmedi. Ancak sorun tamamen çığırından çıkarılmadı; yükselen retoriğe, yaptırımlara rağmen olabildiğince çevrelenmeye çalışıldı.

Ukrayna ile ilgili son gelişme, Parlamentonun 23 Aralık’ta, ülkenin siyasi-askeri ittifaklara taraf olmamasını öngören 2010 tarihli yasanın bu hükmünü iptal ederek Ukrayna’nın üyelik kriterlerini karşılayabilmesini sağlamak amacıyla NATO ile işbirliğini geliştirmesine karar vermesi. Görünen o ki Ukrayna sorunu iniş-çıkışlarla gündemde kalmayı sürdürecek. Belki de “donmuş sorunlar” listesine eklenecek.

Petrol fiyatlarındaki büyük düşüş, Rusya yanında İran ve Venezuela üzerindeki olumsuz etkisi nedeniyle uluslararası siyasete, küresel ekonomiye, özellikle ABD-Rusya ilişkilerine yansıyacak, 2015’in gündemine egemen olabilecek bir gelişme. OPEC’in petrol fiyatları düştüğünde “üretimde kısıntıya gidilmesi” olarak tanımlanabilecek alışılmış tepkiyi bu defa göstermemesi, aksine Suudi Arabistan’ın üretimi azaltmayacağına ilişkin açıklamaları, ABD ile Rusya arasında gerilimin artacağının işareti olarak değerlendirilebilir.

Yılsonu döneminin olumlu iki gelişmesinden birincisi ABD-Küba ilişkilerinin ihya edileceğinin açıklanması, ikincisi de Tunus’un demokratik dönüşümünü tamamlaması oldu.
Bunlar dışında, 2013 için söylediklerimin neredeyse tümünü 2014 için de tekrarlayabilirim. Daha açık bir deyişle,
• Dünya, Ukrayna meselesi istisna edilecek olursa, Orta Doğu odaklı bir yılı daha geride bırakmaktadır. Bölgenin temel özelliği artan kutuplaşma ve şiddet olmaya devam etmektedir. Şiddet Orta Doğu’dan Afrika’nın içine uzanmıştır.
• Şiddetin düzeyi, içerdiği yöntemler Batı’da, İslam’a yönelik kuşkuların artmasına neden olmaktadır. Kültürlerarası ayrışma derinleşmektedir.
• Orta Doğu’daki mezhep çatışması bölge ülkeleri için taşınması olanaksız bir sığınmacı sorunu yaratmış, Batı’ya da göçü hızlandırmıştır. Bu durum dış göçe karşı her zaman duyarlı olan Batı ülkelerinde giderek artan bir kaygı yaratmakta, aşırı sağ için malzeme oluşturmaktadır.
• Bölge ülkelerinin tümü çatışmanın tarafı olmuşlardır. Arap Ligi ve İslam İşbirliği Teşkilatı, esas itibariyle Müslüman ülkeler arasındaki bu sorun yumağı karşısında çaresizdir.
• Orta Doğu’daki kutuplaşma/çatışma sarmalı, Tunus örneği dışında, demokrasi yanlılarını marjinalize etmiştir.
• IŞİD’in Irak ve Suriye’de, benzeri örgütlerin Afrika’da aldıkları mesafe, alışılagelmiş “terörle mücadele” yöntemlerini geçersiz kılmıştır. Yer yer konvansiyonel nitelikte askeri çatışmadan söz edilmektedir.
• Orta Doğu genelinde yaşanan tablo, laiklik ilkesinin halkların esenliği bakımından taşıdığı yaşamsal önemi bir kez daha kanıtlamıştır.

Batı ve Rusya Ukrayna konusunda taban tabana zıt şeyler söylüyorlar. ABD kendisini, dünyaya önderlik etme sorumluluğunu öne çıkararak, demokratik değerlerin savunucusu olduğunu vurgulayarak, “istisnai ülke” olarak tanımlıyor. Rusya bunu sorguluyor. ABD’nin askeri müdahaleleri alışkanlık haline getirmiş olmasını eleştiriyor. Batı Putin’i otoriter olmakla, Kırım’ı ilhak ederek uluslararası hukuku ve Avrupa düzenini çiğnemekle suçluyor. Putin Batı’nın baskılarına direneceğini, bunun bir varoluş meselesi olduğunu vurguluyor. ABD’de CIA’nin hukuku göz ardı eden uygulamaları ortaya döküldü. Bütün bunlar, siyah/beyaz tanımlamaların yanlışlığını, doğruların ancak grinin tonlarında bulunabileceğini ortaya koyuyor. Galiba durumu en iyi anlatan ifade şu: “Kimse mükemmel değil”.

Küresel ekonomik kriz 2014’de de geride bırakılamadı. ABD’de iyiye gidiş var ancak Avrupa’da durgunluk devam ediyor. Yapısal sorunları petrol fiyatlarındaki düşüşle birleşen Rusya ciddi bir ekonomik krize girmiş görünüyor. Çin’de büyüme sürüyor olsa da yavaşlamış durumda.

Belki bunlardan daha önemlisi, dünyada gelir dağılımı adaletsizliğinin yükselişte olması. OECD’nin tespitlerine göre dünyanın en zengin % 10’u en fakir % 10’un 9.5 katı gelire sahip. Bu oran 1980’lerde 7 katı imiş. OECD ayrıca, gelir dağılımındaki adaletsizliğin ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkilediği kanısında. Örneğin İngiltere’de, 1985’de başlayarak artmaya başlayan gelir paylaşımı adaletsizliği, 1990-2000 yılları arasında ekonomik büyümeyi % 9 oranında düşürmüş. Benzer başka örnekler de mevcut.

Türkiye’ye gelince, kimileri uçtuğumuzu söylüyor. “Yeni Türkiye”den söz ediyor. Belki “yerine oturamayan Türkiye” veya “gerilimlerin Türkiye’si” demek daha doğru. Ülkemizde her yıl bir öncekini aratıyor.

Dış politikada 2014, Türkiye’nin Batı’ya sırtını döndüğü; bölgesel sorunlara taraf olmayı inatla sürdürdüğü; komşularıyla ilişkilerin daha da kötüleştiği; yumuşak gücünü tükettiği; “Eset sendromu”nun tahribatı nedeniyle bölgesel etkinliğini yitirdiği; AB katılım sürecinin tamamen çöktüğü, bittiği; ABD ile ilişkilerimizde güven zafiyetinin öne çıktığı bir yıl olmuştur.

“Tek bir dostumuz, dost olmasa bile aynı görüşleri savunduğumuz bir ülke yok mu?” sorusunun yanıtı olumsuzdur. Bunun sadece ilkelere bağlılık adına yapıldığının söylenmesi ise zekâya saygısızlıktır.

Dış politikada nereden nereye geldiğimizi görmek için bundan birkaç yıl önce, İstanbul otellerinde Suriye muhalefetini örgütlemekte olduklarını gösterişli biçimde ortaya koyanları, oyun kuruculuk söylemlerini, kudret beyanlarını hatırlamak yeter. O iddiaların sahipleri komşu bir ülkede rejim değiştirmenin Türkiye’nin çapını aştığını maalesef anlayamadılar ve Türkiye’yi Suriye bataklığına sürüklediler.

“Esed”in 2011 Ekim ayında ne söylediğini de hatırlayalım: “Suriye karışırsa Orta Doğu yanar… “ Haklı çıktı…

Bir de yeni Osmanlıcılık var. Bu bir ara inkâr edilir gibiydi ama şimdi inadına yerleşti. Şimdi bundan neden rahatsızlık duyulduğu sorgulanıyor. Şunun için: Osmanlı, kuruluş ve yükseliş dönemlerinde geçerli uluslararası standartlarla etkin bir sivil-askeri yapı kurdu. Bu sayede büyük bir imparatorluğa dönüştü. Ancak zamanla yerinde saymaya başladı. Aydınlanma çağını kavrayamadı. Sanayi devrini yakalayamadı. Askeri gücünü yitirdi. Başka güçlere dayanmadan ayakta duramaz hale geldi. Adaleti unuttu. Demokratik özlemleri bastırdı. Halkını cahil bıraktı. Sonunda Türk ulusunun boynuna “Avrupa’nın hasta adamı” yaftasını astırdı.

Biz tarihimizi elbet iyi bilmeliyiz. Gurur duymamız gereken yerde gurur da duymalıyız. Ancak Osmanlı’dan iç siyasete dönük bir mitoloji yaratmak çabasından kaçınmalıyız. Tarihle yüzleşmenin Cumhuriyetle uğraşmaktan ibaret olmadığını kabul etmeliyiz. Osmanlıcılık ve Müslüman Kardeşler hamiliği üzerinden bölgede nüfuz sahibi olabileceğimizi düşünmenin yanlışlığını artık kavramalıyız.

Orta Doğu’da geldiğimiz nokta bu iken şimdi aynı yanlışları Balkanlarda tekrarlamaya hazırlandığımızın işaretleri var. Geleceğin AB üyesi o ülkelere yapacağımız en büyük iyilik gölge etmemektir.

Kısacası, dış politikada nerede olduğumuz ortada. Ama bir ülkenin uluslararası düzeyde nasıl algılandığı sadece onun dış politika performansı ile değil iç siyaseti ile de ilgilidir. Hatta bu ikincisi, birincisinden çok daha önemlidir; belirleyicidir.

AB’deki muhaliflerimiz yıllardır “kültür farkı” sorununa değiniyorlar. Bizde kimileri hemen kolaycılığa kaçıp bunu “din farkı” olarak nitelendirdiler.“Müslüman olduğumuz için AB’ne alınmayacağımızı” söylediler. Ben de her zaman din farkının “kültür farkının” ağırlıklı bir öğesi olmakla birlikte sorunun sadece bundan ibaret olmadığını, bu alandaki zorluğun zamanla ve karşılıklı çabayla aşılabileceğini savundum.

“İleri demokrasimiz” Batılı tanıma uymakta giderek daha fazla zorlanıyor. Esasen demokrasinin Batılı olanı dışında bir tanımı da yok. Oysa biz şimdi “kuvvetler ayrılığı” yerine ”çoğunluğun sınırsız egemenliği” olarak tanımlanabilecek farklı bir anlayışı yerleştirmek peşindeyiz. Bırakalım bu çoğunluğu ortaya çıkaran seçim sistemin kusurlarını, Batı’da böyle bir demokrasi anlayışı yok. Onun için de bizim gibilerine “çoğunlukçu otokrasi” diyorlar. Bu kültür farkıdır.

Dışişlerine mensubiyet bana birçok ülkede yaşama, birçok ülkeyi de görme/izleme olanağı verdi. Şunu kesinlikle ifade edebilirim ki, siyasi liderlerin her gün, ama her gün, ama her gün, ama her gün, ama her gün konuştuğu, üstelik toplumu geren biçimde konuştuğu bir ikinci ülke tanımıyorum. Sonra da “kültür farkı” diyen Avrupalı muhaliflerimize kızıyoruz.

5 Aralık 2014 tarihli International New York Times gazetesinde, “Tabiat İtalyan zeytin yetiştiricilerine kötü davranıyor” başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazıda, 2014’ün sıcak ilkbaharının, fırtınalı ve yağmurlu yazının, bunların arttırdığı haşere sorununun İtalya’da zeytin üretimini düşürdüğü ve bir üreticinin hissiyatını şu şekilde dile getirdiği belirtiliyordu:
“2014 yılı, İtalyan zeytin üreticileri, özellikle de işine gönül vermiş küçük üreticiler için karnımıza inen bir yumruk oldu. Çünkü söz konusu olan sadece para değil, hayat boyu sürmüş bir uğraştır…”

Bir İtalyan bunu söylerken biz 6,000 zeytin ağacını bir çırpıda katlediyoruz. Bu da kültür farkı değil mi?

Diyebilirsiniz ki, “Atatürk’ün kadrinin bilinmediği bir yerde, bir dönemde, zeytin ağacının lâfı mı olur?” Haklısınız, olmaz.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s