(Bu yazı, dostum Emekli Büyükelçi Yusuf Buluç’la birlikte kaleme alınmıştır.)
8 Eylül 2014
4-5 Eylül 2014 tarihlerinde İngiltere’de düzenlenen NATO Zirvesi, 113 maddeden oluşan, 20 sayfayı aşkın bir zirve deklarasyonunun yayınlanması ile sona erdi.
Toplantının medyaya, basın toplantılarına ve zirve deklarasyonuna yansıdığı kadarıyla içeriğine geçmeden önce, kendisini “demokratik ülkeler topluluğu” olarak tanımlayan İttifakın – ki bunun gereği kendini halka anlatabilmek, halkla bütünleşebilmektir – sadece bir avuç diplomat, asker ve akademisyen tarafından okunacak 113 maddelik bir deklarasyon yayınlamasının bir kamu diplomasisi yanlışı olduğunu kaydetmeliyiz. Böylesine kritik, karmaşık sorunlarla karşı karşıya bulunulan, deklarasyonda kullanılan tanımlamayla “güvenlik ortamında köklü bir değişimin yaşandığı”, ekonomik krize rağmen savunma harcamalarının arttırılması ihtiyacı üzerinde durulduğu bir dönemde NATO’nun mesajlarını daha net, çarpıcı ve ikna edici biçimde vermesi beklenirdi.
Yayınlanan deklarasyon İttifak yöneticilerinin bu ihtiyacı göz ardı ettiğini göstermektedir. Metnin, kamu diplomasisi bakımından tespit ettiğimiz bu yetersizliğine rağmen, içeriksiz olduğu söylenemez. Aksine, Zirvenin arka planını oluşturan kaygı verici gelişmelerin kapsamlı şekilde ele alınmış olması nedeniyle deklarasyonun öncekilerden daha içerikli olduğu dikkat çekmektedir.
NATO zirvesi, Rusya’nın Ukrayna siyasetinin ve özellikle Kırım’ı ilhakının Avrupa güvenliği bakımından ciddi bir bunalım yarattığı, Orta Doğu’dan Kuzey Afrika’ya uzanan karmaşanın derinleştiği, IŞİD’in yükselişinin bu karmaşaya ilave bir tehdit boyutu kazandırdığı ve Afganistan’daki ISAF misyonunun sona ermesine sadece birkaç ayın kaldığı bir dönemde gerçekleştirilmiştir.
NATO zirvesi, Batı ülkelerince Ukrayna bunalımı nedeniyle Rusya’ya yöneltilen suçlamaları, Rusya’nın sorumluluğunu inkar eden sayısız açıklamalarının geçersiz sayıldığını, Devlet ve Hükümet Başkanlarının ortak tespiti olarak kayda geçirmiştir. Moskova’dan beklentilerini bir kez daha dile getirmiştir. İttifakın, Rusya ile uluslararası hukuka saygı temelinde yürütülecek bir işbirliğinin stratejik değer taşıdığına olan inancını koruduğunu, Rusya ile yapıcı bir işbirliği ilişkisi istediğini, ancak bunun için gerekli koşulların şu aşamada mevcut olmadığını, dolayısıyla NATO’nun Rusya ile tüm sivil ve askeri işbirliğini askıya alma kararının geçerliliğini koruduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda bağımsız, egemen, istikrarlı, demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne bağlı bir Ukrayna’nın Avrupa-Atlantik güvenliği için kilit önemde olduğunu vurgulamıştır.
Ukrayna’daki gelişmelerin NATO’da alarm zillerini çaldırmasının nedenleri bağlamında, anılan devletin Avrupa güvenliğinde önemli bir konuma sahip bulunmasının yanı sıra, Ukrayna-NATO ilişkilerinin Temmuz 1997 de Madrid’de sonuçlandırılan, her iki taraf için de kapsamlı yüklenimler içeren “Distinctive Partnership Charter” başlığını taşıyan bir senetle düzenlenmiş olduğunu da hatırlatalım. NATO-Ukrayna ilişkilerine İttifak’la ortaklık ilişkisi bulunan diğer ülkelerden farklı bir statü kazandıran söz konusu belge, ilişkinin özgün kurumsal yapılanması mahiyetindeki NATO-Ukrayna Konseyi’ni (NUC) de tesisi etmiştir.
Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik müdahaleleri ve Kırım’ı ilhakı, İttifakın NATO’ya sonradan katılmış olan eski Varşova Paktı üyesi ülkelerde ve özellikle Baltık Cumhuriyetlerinde ciddi güvenlik kaygılarına neden olmuştu. Bunun altında, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesine gerekçe olarak kullandığı, “Rusça konuşan nüfusu korumak” bahanesi yatmaktadır. Zira Baltık Cumhuriyetleri topraklarında yer yer önemli oranlara ulaşan Rusça konuşan nüfusa sahip ülkelerdir. Dolayısıyla Zirve deklarasyonunda, İttifakın 5. maddesine olan bağlılık güçlü ifadelerle teyit edilmiştir. Başkan Obama ise, Zirve öncesinde ziyaret ettiği Estonya’da yaptığı konuşmadaki “Daha önce kaybettiğiniz bağımsızlığınızı NATO ile asla tekrar kaybetmeyeceksiniz.“ ifadesiyle ve Zirve çalışmalarının bitiminde yaptığı açıklamadaki, “Birimize yönelecek bir saldırı, hepimize yönelik bir saldırı telakki edilecektir. Bu bağlayıcı bir Antlaşma hükmüdür. Müzakeresi olanaklı değildir. Her İttifak üyesinin savunulacağında en ufak bir kuşku yoktur.” cümleleriyle, buna daha çarpıcı biçimde vurgu yapmıştır.
NATO’nun, Ukrayna bunalımı nedeniyle ortaya çıkan güvensizlik ortamına somut tepkisi ise şu şekilde sıralanabilir:
• NATO Doğu Avrupa’daki, özellikle Baltık ülkelerindeki mevcudiyetini ve görünürlüğünü, tatbikatlar, eğitim faaliyetleri, devriye uçuşları, geçici kuvvet konuşlandırması gibi yöntemlerle arttıracaktır.
• NATO her olasılığa karşı hazırlıklı olabilmek amacıyla bir eylem planı kabul etmiştir. Bu plan çerçevesinde oluşturulacak NATO Mukabele Gücü (NATO Response Foce-NRF), ve bunun bir parçası olması öngörülen Ortak Görev Gücü (Very High Readiness Joint Task Force – VJTF), çok kısa zamanda konuşlanma yeteneğiyle donatılmış birliklerden oluşacaktır. Bu kuvvetin etkinliğinin arttırılması amacıyla bir kısım malzeme ve teçhizatın olası konuşlanma mahallerinde – ki bunun doğu ve güney Avrupa olacağına şimdiden işaret edilmektedir – önceden depolanması öngörülmektedir.
• NATO ülkeleri, GSMH’lerinin % 2’sini savunmaya ayırmak yolundaki taahhüde uymak için daha fazla çaba gösterecektir.
Zirve deklarasyonunda, IŞİD’in Irak ve Suriye halklarına, bölgeye ve İttifak üyelerine yönelik bir tehdit oluşturduğuna, bu tehdidin bir İttifak üyesi ülkelere yönelmesi durumunda, ortak savunma bağlamında gerekli tüm önlemlerin alınacağına değinilmiştir.
Bu bağlamda belki daha önemli olan, ABD’nin NATO’dan ve müttefiklerin almayı öngördüğü destekle IŞİD’e karşı bir uluslararası koalisyon oluşturma çabasının ne sonuç vereceğidir.
Türkiye Zirvede, bir ölçüde anlaşılabilir bir nedenle olsa da, bu soruna daha farklı biçimde bakmakta olduğunun işaretlerini vermiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkan Obama ile görüşmesini takiben Beyaz Saray tarafından yapılan açıklamada, “görüş birliğine varmışlardır”, “anlaşmışlardır”, “mutabık kalmışlardır” gibi sözcüklerin bulunmayışı, ileriye yönelik bir perspektife yer verilmemiş olması da dikkatten kaçmamaktadır.
IŞID tehdidinin ilk ağızda yönelebileceği, hatta esasen yurttaşları rehin alınmış olması nedeniyle, tehdide şimdiden maruz kalmış olan ülkemizin bir yandan ortak savunma taahhütleri bağlamında güvenlik garantisi almış olması, öte yandan İŞİD’e karşı askeri planda mücadele edecek ABD öncülüğünde oluşturulacak kuvvete ikircikli yaklaşması herhalde “stratejik vizyonlu” diplomasimizin dahi kolaylıkla aşamayacağı bir çelişki oluşturmaktadır.
Galler deklarasyonunda, NATO ülkelerinin ve ortaklarının on yılı aşkın bir süredir Afgan halkı ile omuz omuza birlikte çalıştıkları, İttifak tarihinin bu en büyük çabasının küresel güvenliğe ve Afgan halkının geleceğine katkıda bulunduğu vurgulanmıştır. ISAF operasyonu 2014 sonunda nihayete erecek olmakla birlikte, NATO’nun Afgan güvenlik kuvvetlerine sağladığı eğitim, danışmanlık katkısının ve maddi yardımın devam edeceği, NATO Afganistan’a uzun vadeli siyasi desteğinin de süreceği dile getirilmiştir. Bunlar böylece söyleniyor olmasına rağmen, cumhurbaşkanlığı seçiminin iki adayı arasında süregiden çekişmenin, Taliban saldırılarının, NATO’nun Afganistan’a yaptığı yatırımın meyvesini alıp alamayacağı konusunda kuşku yarattığını kaydetmek gerekir.
Özetle, Soğuk Savaş sonrası dönemin rehaveti içerisinde olan Batı ve NATO, Ukrayna, IŞİD gibi sorunların aniden ortaya çıkışına, Cumhurbaşkanı Putin’in yine Soğuk Savaş sonrası oluşan statükoyu askeri kuvvet kullanarak temelden sarsan Ukrayna müdahalesine, bunun bazı tökezlemelere rağmen canlı tutulan Batı-Rusya “modus vivendi”sinde yol açtığı sakatlanmaya hazırlıksız yakalanmıştır. İttifakın bu yeni meydan okumalara başarıyla yanıt verip veremediğini belirleyecek olan da, Galler Deklarasyonundaki söylemin ve orada yüksek siyasi düzeyde şekillendirilmiş görünen ortak iradenin somut önlemlerle ne ölçüde desteklenebileceği olacaktır. Böyle bakıldığında, Zirve deklarasyonunu yukarıda sıraladığımız olaylardan oluşan bunalımı NATO’nun nasıl yönetmeyi öngördüğünün hem reçetesi, hem enstrümanı saymak yanlış olmayacaktır. Söz konusu gelişmelerin gerek Rusya, gerek güvenliğimizin vazgeçilmez temel taşı olduğunu altına bu kez de imzamızı koyduğumuz Zirve deklarasyonuyla doğruladığımız NATO’yla ilişkilerimiz bakımından başlı başına bir meydan okuma olduğunu, bunlara dış politika ve güvenlik politikalarımız kapsamında vereceğimiz yanıtların yeni hükümetimizin zorlu gündeminin en baş sırasında yer alması gerektiğini de hatırlatalım.