20 Mart 2014
Kırım referandumu tamamlandı. Batı, referandumun yasal ve meşru olmadığını savunsa da oy kullananların büyük çoğunluğu Rusya ile birleşmeye onay verdi. Rusya Kırım’ı egemen ve bağımsız bir devlet olarak tanıdı. Kırım’ın Rusya’ya katılımını öngören anlaşma imzalandı. Şimdi, Rusya Anayasa Mahkemesinin bunu uygun bulması, daha sonra da Parlamento’nun onayı bekleniyor. Bu formalitelerin hızla tamamlanacağı anlaşılıyor. Özetle, Kırım Ukrayna’dan koptu; geri dönüşü de olanaksız.
Bugün ise dört konu tartışılmakta:
- Batı’nın Rusya’ya vereceği tepki, daha doğrusu uygulanacağı söylenen yaptırımlar,
- Kırım’ın kaybedilmesinin sorumlusunun kim olduğu,
- Rusya-Ukrayna ilişkilerinin geleceği,
- Rusya-Batı ilişkilerinin bundan böyle nasıl seyredeceği.
Yaptırımlar şu aşamada, Kırım krizinin tırmandırılmasında özel bir rol oynamış olan kişilerin mal varlıklarının dondurulması ve kendilerine seyahat sınırlamaları getirilmesinden ibaret görünüyor. ABD bu kategoriye giren 11, AB ise 21 kişiyi hedef aldı. Bu önlemlerin hiçbir kıymeti olmadığında bütün Batılı gözlemciler mutabık. Belki ilhak işlemi yasal boyutuyla tamamlanınca bunlara yeni önlemler eklenebilecek. Ancak Batı’nın, özellikle Avrupa ülkelerinin bu konuda sıkıntıları olduğu biliniyor. Görünen o ki, Batı’nın sürekli uygulayacağını belirttiği “can yakıcı” yaptırımların hayata geçirilmesinin birçok zorluğu var. Ancak yaptırım seçeneğine bu kadar vurgu yapıldıktan sonra hareketsiz kalmanın veya içi boş yeni yaptırımlara yönelmenin bir inandırıcılık sorunu yaratacağını da kabul etmek gerekiyor.
Batılılar Kırım’ın kaybından esas itibariyle Cumhurbaşkanı Putin’i sorumlu tutuyorlar. Kırım’ın ilhakı sürecinin başından sonuna yasa dışı ve gayrı meşru olduğunu söylüyorlar. Ancak sayıları az da olsa, olaya biraz geriye giderek bakan kimileri de, Cumhurbaşkanı Putin’in Abhazya, Güney Osetya ve şimdi de Kırım’a yönelik yaklaşımının şekillenmesinde Batı’nın Sovyetler Birliği’nin çöküşünü izleyen dönemde izlediği, Moskova’nın çıkarlarını dikkate almayan, ona yukardan bakan politikasının da payı bulunduğunu düşünüyorlar. Böyle düşünenlerden biri de Şikago Üniversitesi öğretim üyesi ve “Büyük Güç Politikasının Trajedisi” (The Tragedy of Great Power Politics) isimli kitabın yazarı Prof.John J.Mearsheimer. Kendisi, 13 Mart 2014 tarihli The New York Times gazetesinde yayınlanan yazısında şöyle diyor:
“Yaşanmakta olan bunalımın kökeninde NATO genişlemesi ve Vaşington’un Ukrayna’yı Moskova’nın yörüngesinden çıkararak Batı’yla bütünleştirmek arzusu yatmaktadır. Ruslar, hiç hoşlanmamakla birlikte, NATO’nun Polonya ve Baltık ülkelerini de kapsayacak biçimde genişlemesini kabullendiler. Ancak NATO 2008’de Gürcistan ve Ukrayna’nın da ilerde NATO’ya katılacağını söyleyince bir kırmızı çizgi çektiler. Gürcistan ve Ukrayna, Rusya’nın civarında değil hemen yanıbaşında yer alan ülkeler. Gerçekten, Rusya’nın 2008 Ağustos ayındaki savaşta Gürcistan’a karşı sergilediği sert tepki kısmen bu ülkenin NATO’ya katılımını ve Batı ile bütünleşmesini önlemeye yönelikti… Obama yönetiminin (Kiev’deki) protestocuları desteklemesi ölümcül bir yanlış idi zira bu destek krizi tırmandırdı ve neticede Yanukoviç’in devrilmesine yol açtı. Onun yerini Batı’ya yakın bir hükümet aldı… Putin bu gelişmeleri Rusya’nın öz çıkarlarına doğrudan bir tehdit olarak gördü. Kim onu suçlayabilir? Soğuk Savaşı geride bırakamayan ABD, 1990’ların başından bu yana Rusya’yı potansiyel bir tehdit olarak görmüş, onun NATO genişlemesine tepkisini ve Doğu Avrupa’ya füzesavar sistemleri konuşlandırılmasına muhalefetini görmezden gelmiştir. Aslında Amerikan siyasetini oluşturanların, Ukrayna’nın hasım bir ittifaka katılmasına ilişkin Rus kaygılarını anlamaları beklenir. Zira ABD de, büyük güçlerin Batı yarım küreden uzak durmalarını amaçlayan Monroe doktrinine hala derinden bağlıdır. Ama Amerikan siyasetini oluşturanlar kendilerini Putin’in yerine koyamıyorlar… Batı’nın Rusya’nın canını acıtacak olanakları bulunmamasına karşın Rusya’nın Ukrayna ve Batı’ya karşı kullanabileceği birçok kozu var. Doğu Ukrayna’yı işgal, Kırım’ı ilhak edebilir… ABD ile İran ve Suriye konularında işbirliğini durdurabilir; Ukrayna’nın zorlanmakta olan ekonomisine zarar verebilir; hatta başlıca doğalgaz ihracatçısı olarak AB için ciddi ekonomik sorunlar yaratabilir…”
Sovyetler Birliği’nin tarih olmasını izleyen dönemde Batı’nın Rusya’ya karşı izlediği tutum konusunda benzer görüşleri bundan iki sene önce ben de dile getirmiştim. Nitekim, bunların önemlice bir bölümünü 5 Mart 2014 tarihli ve “Ukrayna Krizi” başlıklı yazımda da tekrarladım.
Ancak zamanında bu gözlemlerime şunları da eklemiştim:
“ABD’de üç yılı aşkın bir süredir, Demokrat bir yönetim var. Başkanı Obama, Irak müdahalesinin yanlış olduğunu, önceliğin Afganistan’a verilmesi gerektiğini savunagelmiş bir liderdir. Beyaz Saray’da ilk gününden itibaren uluslararası işbirliği ihtiyacını vurgulamış, tevazu sergilemiştir. 2009 yılı Temmuz ayında Rusya Federasyonuna gerçekleştirdiği ilk ziyarette ilişkilerde yeni bir sayfa açmak istediğini söylemiştir. Ancak ilişkilerde özlü bir değişim olduğunu söyleme olanağı yoktur…
“Bu bağlamda şunu da belirtmek gerekir: ABD’ne Başkan Obama ile gelen tavır değişikliğine verilen uluslararası destek pek teşvik edici olmamıştır. Örneğin Moskova, ABD’deki tutum ve üslup değişikliğini takdir ettiğini ortaya koyacak adımları atmakta ağır davranmıştır. Belki onlar da biraz bekleyip, ABD’nin giderek içe dönüp dönmeyeceğini, Obama’nın kaç dönemlik bir Başkan olacağını görmek istemişlerdir.”
ABD’de eleştirilen sadece Cumhurbaşkanı Putin değil. Başkan Obama da, ABD’ni sürekli savaş durumunda bırakan politikalara son verdiği, siyasi/diplomatik çözümlere öncelik tanıdığı, genel olarak ılımlı bir dış politika izlediği için Cumhuriyetçi kesimden şiddetli eleştiri almakta ve göründüğü kadarıyla almaya da devam edecek.
Bu tablodan ABD-Rusya ilişkilerinde “reset”in bir başka bahara kaldığı sonucuna varmak mümkün. Önemli olan, İran nükleer programı, Suriye iç savaşı gibi konularda yakın dönemde başlayan işbirliğinin Kırım darbesinden çok fazla etkilenmemesinin yollarını bulabilmek. Kanımca, siyasi/diplomatik çözümleri askeri müdahalelere tercih eden Obama yönetimi ile Rusya’ya itibar kazandırmakta kararlı olan Cumhurbaşkanı Putin’in şu dönemde ortak bir zeminde buluşamamaları, ilişkilerde “reset” fırsatını kaçırmış olmaları küresel dengeler bakımından bir talihsizlik.
Yukarıda değindiğim konuları irdelerken mutlaka dikkatle okunması gereken, Cumhurbaşkanı Putin’in, Kırım’ın Rusya’ya katılımı antlaşmasının imza töreni münasebetiyle yaptığı konuşmadır. Ben önceki yazılarımda, Başkan Obama’nın ABD dış politikasına ışık tutan önemli konuşmalarına sıkça değinmiştim. Cumhurbaşkanı Putin’in 18 Mart 2014 tarihli konuşması da böyle önemli, en azından orta vade için yön verici bir konuşmadır. Bir saat süren bu konuşmanın tümünü burada özetlemek çabasına girmeyecek ancak üzerinde daha fazla durulması gereken unsurlarına değinmekle yetineceğim.(Arzu edenler bunun İngilizcesine şu adreste ulaşabilirler: http://eng.kremlin.ru/news/6889)
Putin konuşmasında, tarihte hep Rusya’nın bir parçası olan Kırım’ın Rusya’dan ayrılmasının büyük bir yanlış olduğunu vurguluyor. Kırım’ın Rusya’ya dönüşünün haklılığını, uluslararası hukuka uygunluğunu ve meşruiyetini Batı’nın geçmişte benzer durumlarda aldığı tutumlara yollama yaparak savunuyor. Batı’yı Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Rusya’ya art niyetli davranmakla, çifte standart uygulamakla ve yalan söylemekle suçluyor. NATO genişlemesinin Gürcistan ve Ukrayna’yı da içine alacak biçimde sürdürülmek istenmesinin Rusya’nın kırmızı çizgisinin ihlali anlamına geldiğine değiniyor. Batı’nın Ukrayna’da ve Kırım’da milyonlarca Rus’un yaşadığını bildiğini, dolayısıyla gelişmelerin nereye varabileceğini öngörememiş olmasını siyasi öngörü ve aklıselim eksikliğine bağlıyor. Batı’nın yaptırım tehdidi bağlamında da, bu tür birçok kısıtlamanın esasen uygulanmakta olduğuna değiniyor ve örnek olarak Batı’nın vize konusunda ayak sürümesine, eşit rekabet ve uluslararası piyasalara erişim bakımından çıkardığı zorluklara dikkat çekiyor. Ukrayna’daki gösteriler konusunda ise şunları söylüyor:
“Ukrayna halkının neden değişim istediğini anlıyorum. Çünkü onlar Ukrayna’nın bağımsızlığına kavuşmasından bu yana tanıdıkları siyasetçilerden tam anlamıyla bıkmışlardır. Çünkü, cumhurbaşkanları, başbakanlar, milletvekilleri değişmiş ancak ülkeye ve halka bakış biçimi değişmemiştir. Bunlar ülkeyi sömürmüşler, aralarında iktidar, varlık ve para için kavga etmişler ancak sokaktaki halkı düşünmemişlerdir… Tekrar ediyorum, Ukraynalıların barışçı sloganlarla yolsuzluğa, kötü yönetime ve fakirliğe karşı çıkmalarını anlıyorum… Ancak bu olaylarda arkada duranların başka bir gündemi vardı: bir kez daha hükümeti ele geçirme planları yapıyorlardı…”
Batı Kiev’deki protesto olaylarına farklı biçimde bakıyor. Ancak, Ukrayna yönetimlerinin yolsuzluklara bulaşmış olduğu, kendi içindeki kısır güç ve çıkar mücadelerini bir türlü geride bırakamadığı, siyaseti ve ekonomiyi yönetenlerin ve onların arkasındaki oligarkların halkın yaşam koşullarıyla ilgilenmekten uzak oldukları Batı’da da geniş kabul gören bir görüş.
Kanımca Putin’in Ukrayna halkına yönelik birçok dostluk mesajı içeren konuşmasının Ukrayna ile ilişkilerin geleceği bakımından özellikle dikkate alınması gerekli kısımları ise şöyle:
“Aziz dostlarım, lutfen söylediklerimi işitiniz. Size Rusya’dan korkmanız gerektiğini, Kırım’ı başka bölgelerin izleyeceğini söyleyenlere inanmayınız. Biz Ukrayna’yı bölmek istemiyoruz; buna ihtiyacımız yok. Kırım’a gelince, Kırım geçmişte olduğu gibi şimdi de Rus, Ukrayna ve Kırım Tatarı toprağıdır. Tekrar ediyorum, asırlar boyu olduğu üzere, orada yaşayan bütün halkların yurdudur…”
“… Milyonlarca Rus ve Rusça konuşan Ukrayna’da yaşıyor ve yaşamaya devam edecek. Rusya daima siyasi, diplomatik ve yasal yöntemlerle onların çıkarlarını koruyacaktır. Ancak bu insanların hak ve çıkarlarının tam olarak korunması her şeyin üzerinde Ukrayna’nın çıkarınadır. Bu, Ukrayna devletinin istikrarının ve toprak bütünlüğünün garantisidir.”
Yukarıdaki son iki paragraftan birincisini Rusya’nın NATO üyeliği, Batı ile entegrasyon gibi projelere mesafeli durduğu sürece Ukrayna ile iyi ilişkiler içinde bulunmayı istediği şeklinde yorumlamak mümkündür. Ancak ikinci paragraf ciddi bir uyarıdır. Doğu Ukrayna’daki Rus kökenlilerin “sıkıntı yaşamaları durumunda” Rusya’nın bunları korumak için yeni müdahaleler öngörebileceğinin hayli açık biçimde dile getirilmesidir. Tabiatıyla “sıkıntı”yı tanımlayacak olan da Rusya’dır.
Kuşkusuz bu uyarının muhatabı sadece Kiev değil, aynı zamanda da Batı’dır. Diğer yandan Putin’in, Ukrayna krizi sırasında izlediği tutum için Çin’e teşekkür etmiş olması, Rusya’nın Almanya’nın birleşmesini desteklediğini hatırlatması da anlamlıdır.
Şu aşamada Batı ülkelerine düşen, kriz yönetimi ortamında refleks niteliğinde yeni yaptırımlara yönelmeden önce kendi arasında Rusya’ya yaklaşımını, uzun vadeli siyasetini tekrar masaya yatırmak ve özeleştiri dahil derin bir değerlendirme yapmaktır. Zira Cumhurbaşkanı Putin’in, Kırım’ın Rusya’ya katılmasına ilişkin antlaşmanın imzası münasebetiyle Rus Parlamentosuna hitaben yaptığı konuşma böyle değerlendirmeyi gerektirmektedir. Bu konuşma aslında Moskova’nın “yakın çevre” siyasetine bağlılığının teyididir. Rus soydaşlarının korunmasına ilişkin beyanları ülkelerinden belirli düzeyde etnik Rus barındıran Baltık ülkeleri için tedirginlik vericidir. Öte yandan Batı’nın Rusya’nın işbirliğine ihtiyaç duyduğu alanlar vardır. Dolayısıyla Batı’nın, Rusya’ya karşı 1990’ların başından bu yana izlediği siyasetin isabetini ve bundan sonra ne yapması gerektiğini irdelemesinin zamanıdır.
Ukrayna krizi bağlamında yaşananlar uluslararası siyasetin gerçeğidir. Ne yazık ki bu gerçekler her zaman uluslararası hukukla, uluslararası ilişkilere egemen olması gereken davranış kurallarıyla örtüşmeyebiliyor. Kırım’ın ilhakı, bunun yapılış biçimi uluslararası hukuka uymuyor ancak Rusya bunu kendisi bakımından haklı gösterecek argümanlar bulabiliyor.
Cumhurbaşkanı Putin konuşmasının en başında Kırım Tatarlarının durumuna da değinmiş, Kırım Tatarlarının da Sovyetler Birliği bünyesindeki başka bazı halklar gibi haksızlıklara uğradığını, dolayısıyla itibarlarının iadesi için gerekli tüm çabanın gösterilmesi gerektiğini, bu çerçevede Rus, Ukrayna ve Tatar dillerinin Kırım’ın resmi dilleri olmasının Kırım halkı tarafından da destekleneceğine inandığını belirtmiştir.
Irak istikrara kavuşamıyor. Suriye iç savaşı devam ediyor. Arap ülkeleri birbirleri ile geçinemiyor. İran’ın Batı ile ilişkileri elan sorunlu. Rusya’nın Kırım’ı ilhakının yansımaları Türkiye için yeni bir sorun anlamı taşıyor. Bütün bunlar Türkiye’nin “stratejik” konumunun bir avantajdan daha çok dezavantaj olduğunu ortaya koyuyor. Biz ise yönünü kaybetmiş biçimde bu dezavantajı giderek çok daha büyük sıkıntılara dönüştürmek için elimizden geleni yapıyoruz.