Ukrayna Krizi

5 Mart 2014

Ukrayna Hükümeti 21 Kasım 2013 tarihinde AB ile imzalanması öngörülen Ortaklık Anlaşması’ndan vazgeçtiğini açıkladı (*). Kararın ardından başlayan ve Cumhurbaşkanı Yanukoviç ile Hükümetini hedef alan protesto gösterileri hızlı bir tırmanış gösterdi. 20 Şubat 2014’de, protestocularla güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmada 77 kişi hayatını kaybetti. Böylece olaylarda hayatını kaybedenlerin sayısı 100’e yaklaştı. Bunun üzerine Almanya, Fransa ve Polonya Dışişleri Bakanları bir çıkış yolu bulunmasına yardımcı olmak üzere Kiev’e gittiler. Bu üçlünün de çabalarıyla, Cumhurbaşkanı Yanukoviç ile muhalefet, 21 Şubatta bir milli birlik hükümeti kurulmasını, anayasada değişiklik yapılmasını, Cumhurbaşkanının yetkilerinin kısıtlanmasını ve 2014 sonuna kadar cumhurbaşkanlığı seçimlerinin düzenlenmesini öngören bir uzlaşıya vardılar. (Rusya’nın da bu görüşmelerde bir temsilci bulundurduğu, bu temsicinin üç Batılı Bakanın aksine varılan uzlaşıyı imzalamadığı anlaşılıyor.) Ancak uzlaşı hayata geçirilemedi. Can kaybına büyük öfke duyan protestocular bazı resmi binaları işgal ettiler. Yanukoviç Kiev’den ayrıldı. Muhalefetin egemen olduğu Parlamento kendisini görevden aldı ve 25 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmasını kararlaştırdı. Bu arada Yanukoviç belirsiz bir yerden hala ülkenin cumhurbaşkanı olduğunu ve “darbeyi tanımadığını” duyurdu. Parlamento, geçici Cumhurbaşkanlığına Parlamento Başkanı Turçinov’u getirdi. 27 Şubatta, Rusya yanlısı silahlı kişiler Kırım’ın başkenti Simferopol’deki resmi binaları kontrol altına aldı. 28 Şubatta da, Rusya’nın Sivastopol deniz üssü personeli olduğunda kuşku bulunmayan silahlı personel Kırım’ın geneline hakim oldu. Rusya Parlamentosu da Cumhurbaşkanı Putin’in Ukrayna’ya asker gönderilmesi için yetki talebini kabul etti.

Baş döndürücü bir tırmanışın olabildiğince kısa özeti bu. Belki bu fırtınada hemen farkına varamadığımız, Ukrayna bunalımının, bize uzun süredir başka bir şey düşünmeye olanak tanımayan Suriye iç savaşını, en azından bir süre için, arka plana itmiş olması.

Kırım müdahalesinin, Rusya ile başta ABD olmak üzere Batı arasında yarattığı gerilime geçmeden kısa bir hatırlatma yapmakta yarar var: Rusya ve Ukrayna 1997’de yaptıkları bir anlaşmayla, daha önce SSCB deniz kuvvetlerinin bayrağını taşımış olan askeri gemileri, malzeme ve teçhizatı paylaşarak ayrı, bağımsız birer donanma kurdular. Ancak Rusya Sivastopol deniz üssünden hemen vazgeçemediği için burasını Ukrayna’dan 2017 yılına kadar kiraladı. Bu anlaşma Nisan 2010’da, Cumhurbaşkanları Medvedev ve Yanukoviç tarafından 25 yıllığına, yani 2042’ye kadar, uzatıldı. Anlaşmanın 2042’de 5 yıl için daha uzatılmasına da kapı açık. Rusya bunun karşılığında Ukrayna’ya sattığı doğalgazın fiyatında indirime gitti. Rusya’nın bu anlaşmalar çerçevesinde Sivastopol hatırı sayılır bir kuvvet bulundurma hakkı var. Kırım’a müdahale edenler de bu kuvvetler. 2010 Anlaşmasının Ukrayna Parlamentosunda onayı hayli hadiseli olmuş, muhalefet Cumhurbaşkanını suçlamış ve anlaşmaya karşı çıkmıştı. Aslında Rusya’nın Kırım’dan, özellikle de Sivastopol deniz üssünden ayrılmaya niyeti olmadığı, çeşitli yöntemlerle burasını elde tutmak istediği söylenebilir. Zira bu üs büyük bir deniz gücünü barındırma kapasitesine sahip ve Rusya’ya buradan Akdeniz’e ve ötesine kolayca ulaşmak olanağını sağlıyor. Kırım nüfusunun % 58’i Rus, % 24’ü Ukraynalı ve % 12’si de Kırım Tatarı.

Rusya’nın Kırım’a müdahalesi, Doğu-Batı ilişkilerinin soğuk savaş yıllarına mı dönülmekte olduğu sorusunun sorulmasına yol açtı. Zira Ukrayna AB üyesi olmasa da, 46 milyon nüfusa sahip bir Avrupa ülkesi. Nüfusunun yaklaşık % 17’si, çoğu aynı zamanda Rus pasaportu hamili etnik Ruslardan oluşsa da, ülkenin doğusunda Rusça yaygın dil olsa da, böyle bir müdahale çağa yakıştırılamıyor.

Başkan Obama, Kırım’ın Rus kontrolüne girmesinden hemen sonra Cumhurbaşkanı Putin’le yaklaşık bir buçuk saatlik bir telefon görüşmesi yaptı. Rusya’yı kuvvetlerini çekmeye ve soruna siyasi bir çözüm bulunabilmesi için işbirliğine davet etti. AB de benzer açıklamalarda bulundu. ABD yetkilileri, Ukrayna’da Rusya’nın müdahalesini gerektirecek hiçbir gelişme olmadığını, ülkedeki Ruslara veya Rus kökenlilere karşı hiçbir tahrik edici davranışta bulunulmadığını, bunun Kırım için de geçerli olduğunu vurgulamaya özen gösterdiler. En azından askeri bir müdahale gerektirecek ciddiyette bir olay yaşanmadığı muhakkak.

Batı, daha doğrusu ABD ve AB, Ukrayna bunalımında belirli bir noktaya kadar aynı tutumu izledi. Ukrayna halkının kaderine sahip çıkma hakkını savundu. Siyasi bir uzlaşı için çaba gösterdi. Ancak, göründüğü kadarıyla, Kırım’a müdahale sonrasında Rusya’ya karşı takınılacak tavır konusundaki görüşler yüzde yüz örtüşmüyor.

ABD’de Başkan Obama özellikle Cumhuriyetçi bir kanadın ağır eleştirilerine maruz kalıyor. Aslında bu eleştirileri yapanların ortaya koydukları somut bir hareket tarzı da yok. Neticede Obama, Putin’den beklediği olumlu ilk tepkiyi alamadığı için bazı yaptırımları gündeme getirdi. Bu bağlamda, Soçi’de düzenlenecek G-8 zirvesine katılmamak, Rusya’nın G-8 üyeliğinin askıya alınması, ayrıca ikili askeri temasların dondurulması, liman ziyaretlerinin iptali, daha ileri bir aşamada emir-komuta zinciri içindeki bazı kişilere ve resmi finans kuruluşlarının yöneticilerine vize kısıtlamaları gibi önlemler üzerinde durulduğu anlaşılıyor.

Almanya’nın tutumu ise biraz farklı. Nitekim Şansölye Merkel’in Cumhurbaşkanı Putin’le yaptığı telefon görüşmesinde bir “temas grubu” veya “veri toplama komisyonu” kurulması, bunun Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) bünyesinde yapılması gibi düşünceler dile getirdiği, muhatabının da “Ukrayna’daki durumun normalleştirilmesi için ikili ve çok taraflı forumlarda danışmalara devam etmeyi istediklerini belirttiği Batı basınında yansıtıldı. Ayrıca, Almanya’nın Rusya’nın G-8 üyeliğinin askıya alınmasına sıcak bakmadığı, G-8’i Rusya ile bir araya gelinen en önemli forum telakki ettiği, bu forumun siyasi bir çözüm arayışı için kullanılması gerektiği görüşünde olduğu belirtildi.( ABD basınında, Şansölye Merkel’in Başkan Obama’ya, bu görüşme hakkında bilgi verirken Putin için “gerçeklerden uzak, başka bir dünyada yaşıyor” ifadesinde bulunduğu yazıldı. Almanya bunu yalanladı. Merkel-Obama görüşmesinin bu içerikle basına yansıtılması herhalde maksatlı. Bu diplomatik uygulama açısından pek doğru bir davranış olmayıp ve Alman tarafında kırgınlık yaratmış olması muhtemeldir.) Fransa’nın da Almanya’nınkine benzer bir yaklaşımda olduğu anlaşılıyor. İngiltere ise ABD’den sonra Rusya’yı en kuvvetli biçimde eleştiren ikinci ülke olmakla beraber onun da çıkarları Rusya ile bir tırmanmanın önlenmesinde yatıyor.

ABD-Rusya ticaret hacminin 40 milyar dolar seviyesinde kalmasına mukabil AB-Rusya ticaret hacminin 460 milyar dolar civarında seyretmesi, Avrupa’nın önemli ölçüde Rus doğalgazına bağımlı bulunması, örneğin Almanya’nın petrol ve doğal gazının % 40’ını Rusya’dan temin etmesi, uzayan bir gerilimin sıkıntılarının Avrupa’da daha fazla hissedilecek olması bu tutum  farklılığını açıklamaya yardımcı olabilir. Nitekim ekonomik yaptırımlar konuşulmakla birlikte bunun sakıncalarına dikkat çekiliyor.

Rusya ise, Rusya Kırım’da duruma el koyanların Rus birlikleri değil yerel öz savunma kuvvetleri olduğu, Ukrayna’daki vatandaşlarını korumak için her türlü önlemi almak hakkını saklı tuttuğu, ABD’nin yaptırımlara gitmesi durumunda doları ülkenin rezerv parası yapmaktan vazgeçebileceği, ABD bankalarına borçlarını ödemeyebileceği gibi hususları öne çıkardı. Cumhurbaşkanı Putin, Kiev’de askeri bir darbe yapıldığını, bunun kabul edilemeyeceğini, Ukrayna’nın kardeş bir ülke olduğunu, Rus ve Ukraynalı askerlerin birbirine karşı silah çekmeyeceğini söyledi. Ülkenin doğu kesimlerinde karmaşa başlarsa oradakileri korumak için her türlü önlemi alma hakkını saklı tuttuğunu, askeri müdahalenin “son seçenek” olduğunu kaydetmekle birlikte, aynı söylemi oldukça sık kullanan ABD yöneticilerine nazire yaparcasına, “bütün opsiyonların masada olduğunu”  vurguladı. Ancak, siyasi çözüme yolu kapatmadı.

Kanımca ABD ve AB’nin Kırım’a Rus müdahalesine gösterdikleri yüksek sesli tepki de, Kırım’ın derhal tahliyesini sağlamaktan çok Rusya’nın doğu Ukrayna’ya da müdahalesini önlemeye yönelikti. Hiç olmazsa şimdilik bu sağlanabildi.

 

Ancak gelişmelerin elbette bir arka planı, geçmişi var. Bu bağlamda genel bir gözlem olarak, Batı’nın, Soğuk Savaş sonrası dönemde, Rusya Federasyonu’nu uluslararası işbirliğine dayalı yeni bir dünya düzenine kazanmak için gerekeni yapamadığı söylenebilir. Aksine Batılılar, Rusya Yönetimini eleştirmeyi, birçok konuda Moskova’ya nasıl davranması gerektiğini öğretmeyi, ona ders vermeyi yeğlemişlerdir. Ancak, Rus gözüyle bakıldığında, bu noktada samimiyet sınavını geçememişlerdir.

1991 yılı sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği tarih olurken, bu sürecin kilit adamı Cumhurbaşkanı Mikhail Gorbaçev, yerini Boris Yelsin’e bıraktı. Yeltsin Yönetimi, ekonomik sorunlarının çözümünü pazar ekonomisine geçişte gördü. Yerel bilgi ve deneyim açığına rağmen, Batı ülkelerinin de alkış tuttuğu sınırsız bir özelleştirme, devlet müdahalesini asgariye indirme çabası başladı. “Oligarklar” olarak adlandırılan yeni küresel zenginler bu şekilde ortaya çıktı. Sekiz yıllık Yeltsin döneminin (1991-1997) sonunda Rusya Federasyonu’nun gayrısafi milli hasılası (GSMH) % 43 oranında azaldı (ABD’nin GSMH’nın 1929 Büyük Buhranında    % 32, Sovyetler Birliği’nin GSMH’nın İkinci Dünya Savaşı’nda % 24 oranlarında düşmüş olduğunu hatırlamak, bu bağlamda bir kıyaslama için yararlıdır. 1998 ekonomik krizi, petrol fiyatlarındaki düşüş de kuşkusuz Rus ekonomisi için ilave sıkıntılar yaratmış, enflasyon rekor kırmış, derin sosyal sorunlar ortaya çıkmıştı. Neticede halk nezdindeki itibarı çok düşük düzeyde seyretmekte olan Cumhurbaşkanı Yeltsin, 31 Aralık 1999 tarihinde, sürpriz bir kararla, Cumhurbaşkanlığı görevini Başbakan Putin’e bırakarak siyaset sahnesinden çekildi. Vladimir Putin, 26 Mart 2000 tarihinde düzenlenen seçimleri ilk turda kazandı. Putin’in bu görevdeki ilk sekiz yılı Rusya’da devletin, ekonominin yeniden inşa edildiği, kişi başına düşen gelirin arttığı ve Rusya’nın yeni bir kimlikle uluslararası sahnede yerini aldığı bir dönem olmuştur. Artan petrol fiyatları bu gelişmeyi desteklemiştir. Rusya büyük bir dış ticaret fazlası oluşturmuş, dış borç sorununu aşmıştır.

Putin döneminde, Batı ile ilişkilerde karşılıklı güven sağlanamamıştır. Batı’nın genel tavrı, eski Varşova Paktı ülkelerinin birbiri ardından NATO’ya katılmaları ile birleşince Rusya’daki kırgınlık derinleşmiştir. NATO’ya diledikleri zaman katılmak, bu ülkelerin, Moskova’nın da saygı ve anlayış göstermesi gereken, tartışması olmayacak egemen bir tercihi idi. Aslında Rusya’nın bunu bir noktaya kadar yaptığı da söylenebilir. Ancak Batı’nın daha olumlu bir siyasi duruşu, bunun Moskova’daki algılanış biçimini kolaylaştırabilirdi. 2003 Gürcistan ve 2004 Ukrayna devrimleri ve sivil toplum örgütlerinin bu hareketlerde oynadığı rol, Moskova Yönetiminde tereddütler yaratınca Putin, bu örgütlerin faaliyetlerini denetim altına almak amacıyla bazı yasal önlemlere başvurmuştur. Bu da Batı, özellikle ABD ile arasında mevcut demokrasi tartışmasını alevlendirmiş, mesafeyi açmıştır.

Bunları hatırlatmaktaki amacım elbette Kırım’ın işgalini mazur göstermek değil sadece Putin yönetiminin yaklaşımının zihinsel temelini anlamaya çalışmaktır.

Rusya bugün kuşkusuz Yeltsin döneminin Rusya’sı değildir. Her bakımdan daha güçlüdür.  Ancak Batı’ya, ABD’ne karşı güvensizliği sürmektedir. En büyük sorunu  demokrasi açığı ve otoriter yönetim biçimidir. Dış politikadaki temel hedefleri ise, kendi algılamasına göre “Batı’ya daha fazla yayılma alanı tanımamak”,  SSCB’nin çöküşüyle kaybettiği küresel güç konumunu geri kazanmaktır. Bunlardan ikincisi biraz iddialı olmakla birlikte,  birincisi Gürcistan ve Ukrayna örneklerinin ortaya koyduğu üzere olanaksız değildir.

Suriye kimyasal silahlarının imhası konusunda yapılan işbirliği, bunun siyasi bir çözümü destekleyebileceği ümidi, İran nükleer programına ilişkin gelişmeler, El Kaide ve ortaklarının Orta Doğu’da artan mevcudiyetleri ABD ile Rusya arasında gecikmiş bir “reset”i gündeme getirmişti. Şimdi görünen o ki Ukrayna krizi bunu bir süre daha geciktirecek.

Netice olarak şunlar söylenebilir:

Ukrayna halkı geleceğini AB’de görmekte ise buna karar verme yetkisi sadece Ukrayna halkına aittir. Rusya’nın Kırım’a müdahalesinin uluslararası hukukun açık bir ihlalini teşkil ettiğinde de kuşku bulunmamaktadır. Ancak ilkelere saygı ile hayatın gerçekleri maalesef her zaman örtüşmeyebiliyor.

Yanukoviç yönetiminin tüm yanlışlarına rağmen Ukrayna muhalefeti olacakları öngörüp siyasi bir çözüm bulmak için daha uzlaşıcı davranabilseydi belki Kırım’da bu dramatik bir gelişme yaşanmazdı. Rusya 2008’de Gürcistan’la savaştı. Daha sonra da Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanıdı. Tiflis’in buraları tekrar kendi toprakları içerisine katması neredeyse bir hayaldir. Umarım Kırım’ın geleceği farklı olur. Kırım müdahalesinin, aynen Gürcistan örneğinde olduğu üzere, sadece Ukrayna’ya ve Batı’ya değil eski Sovyet coğrafyasına bir mesaj olduğunu da kaydetmek gerekir.

Şu aşamada gerilim bir parça düşmüş görünüyor. Başkan Obama, Putin’in basın toplantısında dile getirdiklerine karşılık olarak, Rusya’nın Ukrayna’da meşru çıkarları olabileceğini ancak bunları savunmanın yolunun askeri müdahale olmadığını, uluslararası mekanizmalardan yararlanmak gerektiğini, Rusya samimi davranırsa buna hazır olduklarını belirtti. Rusya, ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere Dışişleri Bakanlarının bir başka uluslararası toplantı vesilesiyle bulundukları Paris’te Ukrayna krizini görüşmek üzere bir araya gelmelerini sağlamaya yönelik çabalar var. Özetle, diplomasi trafiği yoğun.

Bu aşamada Ukraynalılara düşen en öncelikli görev, ülkede genel düzenin sağlanması, daha fazla kutuplaşmaya izin verilmemesi, seçimlerin vaad edildiği üzere 25 Mayıs’ta düzenlenmesidir. Ancak bunun da kolay olmayacağı anlaşılmakta zira Cumhurbaşkanı Putin “terör tehdidi altında” yapılacak bir seçimin sonucunu tanımayacağını açıkladı. Dolayısıyla, BM veya AGİT gibi bir örgütün devreye girmesi ve seçimlerin uluslararası gözlemcilerin nezaretinde yapılması için çaba gösterilmesi gerekmekte. Nitekim AGİT, Kiev’in talebi üzerine çeşitli üye ülkelerden 35 kişilik bir gözlemci grubunu bir ilk adım olarak Ukrayna’ya gönderdi.

Ülkenin belki biraz zamana yayılabilecek ama mutlaka ele alınması gereken bir meselesi de başarısızlıkları ile ülkeyi bugüne taşımış olan siyasi kadrolarla, ekonominin çok önemli bir kısmını elinde tutan oligarkların  (ki bunlar kısmen örtüşmektedir) saf dışı bırakılmasıdır. İflasın eşiğindeki bir ekonominin kurtarılması ise kendi başına büyük bir sorundur. Siyasi bir çözüm ufukta görünürse dış yardımlar bu sorunun aşılmasına katkı sağlayabilir. Ancak bu desteğin Ukrayna yetkililerinin son dönemde değindikleri rakamları bulması beklenmemelidir. AB’nin 15 milyar dolarlık yardım paketiyle Rusya’nın daha önceki vaadini yakalamak istediği düşünülebilir. Ne var ki taahhütlerle yardımların fiilen kullandırılması arasında uzunca süreler girebiliyor.

Hükümetimiz, herhalde Gezi olaylarının da tesiriyle, Kiev’deki protesto gösterileri konusunda sessiz kaldı. Kahire’de el-Sisi yönetimine karşı çıkanlara verdiği desteği Kiev’dekilere veremedi. Esasen bundan bağımsız olarak Türkiye’nin, Rusya ile yoğun ekonomik ilişkileri olan bir komşu ülke olarak ABD çizgisini benimsemesi beklenemezdi. Belki en fazla AB çizgisine yaklaşabilirdik.

Türkiye Ukrayna konusunda bundan sonra nasıl bir tutum izlemeli? İç siyaseti bu kadar çıkmaza girmiş bir ülkenin dış siyasette etkinlik sergilemesi olanaksızdır. Esasen gelişmeler bizim rol oynayabileceğimiz bir zeminde de cereyan etmemektedir. Dolayısıyla ilke temelinde Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne olan bağlılığımızı ve Ukraynalıların geleceklerini her türlü dış müdahaleden bağımsız olarak belirlemeye hakları bulunduğunu net biçimde dile getirmemiz yeterlidir. Ukrayna bunalımının birinci gündem maddesi, ülkenin toprak bütünlüğüne ve geleceğini tayin hakkına saygı gösterilmesinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla şu aşamada Kırım Tatarlarına yarardan ziyade sıkıntı getirecek söylemlerden de uzak durmalı, kaygılar varsa bunu diplomatik yollardan gidermeye çalışmalıyız.

————————————————————————————-

(*)2 Şubat 2014 tarihli ve “Ukrayna’da Gerilim” başlıklı yazı; 23 Şubat 2014 tarihli ve “Bir Telefon Konuşması-AB-Ukrayna” başlıklı yazı.

 

 

 

 

 

 

 

 

Ukrayna Hükümeti 21 Kasım 2013 tarihinde AB ile imzalanması öngörülen Ortaklık Anlaşması’ndan vazgeçtiğini açıkladı (*). Kararın ardından başlayan ve Cumhurbaşkanı Yanukoviç ile Hükümetini hedef alan protesto gösterileri hızlı bir tırmanış gösterdi. 20 Şubat 2014’de, protestocularla güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmada 77 kişi hayatını kaybetti. Böylece olaylarda hayatını kaybedenlerin sayısı 100’e yaklaştı. Bunun üzerine Almanya, Fransa ve Polonya Dışişleri Bakanları bir çıkış yolu bulunmasına yardımcı olmak üzere Kiev’e gittiler. Bu üçlünün de çabalarıyla, Cumhurbaşkanı Yanukoviç ile muhalefet, 21 Şubatta bir milli birlik hükümeti kurulmasını, anayasada değişiklik yapılmasını, Cumhurbaşkanının yetkilerinin kısıtlanmasını ve 2014 sonuna kadar cumhurbaşkanlığı seçimlerinin düzenlenmesini öngören bir uzlaşıya vardılar. (Rusya’nın da bu görüşmelerde bir temsilci bulundurduğu, bu temsicinin üç Batılı Bakanın aksine varılan uzlaşıyı imzalamadığı anlaşılıyor.) Ancak uzlaşı hayata geçirilemedi. Can kaybına büyük öfke duyan protestocular bazı resmi binaları işgal ettiler. Yanukoviç Kiev’den ayrıldı. Muhalefetin egemen olduğu Parlamento kendisini görevden aldı ve 25 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmasını kararlaştırdı. Bu arada Yanukoviç belirsiz bir yerden hala ülkenin cumhurbaşkanı olduğunu ve “darbeyi tanımadığını” duyurdu. Parlamento, geçici Cumhurbaşkanlığına Parlamento Başkanı Turçinov’u getirdi. 27 Şubatta, Rusya yanlısı silahlı kişiler Kırım’ın başkenti Simferopol’deki resmi binaları kontrol altına aldı. 28 Şubatta da, Rusya’nın Sivastopol deniz üssü personeli olduğunda kuşku bulunmayan silahlı personel Kırım’ın geneline hakim oldu. Rusya Parlamentosu da Cumhurbaşkanı Putin’in Ukrayna’ya asker gönderilmesi için yetki talebini kabul etti.

Baş döndürücü bir tırmanışın olabildiğince kısa özeti bu. Belki bu fırtınada hemen farkına varamadığımız, Ukrayna bunalımının, bize uzun süredir başka bir şey düşünmeye olanak tanımayan Suriye iç savaşını, en azından bir süre için, arka plana itmiş olması.

Kırım müdahalesinin, Rusya ile başta ABD olmak üzere Batı arasında yarattığı gerilime geçmeden kısa bir hatırlatma yapmakta yarar var: Rusya ve Ukrayna 1997’de yaptıkları bir anlaşmayla, daha önce SSCB deniz kuvvetlerinin bayrağını taşımış olan askeri gemileri, malzeme ve teçhizatı paylaşarak ayrı, bağımsız birer donanma kurdular. Ancak Rusya Sivastopol deniz üssünden hemen vazgeçemediği için burasını Ukrayna’dan 2017 yılına kadar kiraladı. Bu anlaşma Nisan 2010’da, Cumhurbaşkanları Medvedev ve Yanukoviç tarafından 25 yıllığına, yani 2042’ye kadar, uzatıldı. Anlaşmanın 2042’de 5 yıl için daha uzatılmasına da kapı açık. Rusya bunun karşılığında Ukrayna’ya sattığı doğalgazın fiyatında indirime gitti. Rusya’nın bu anlaşmalar çerçevesinde Sivastopol hatırı sayılır bir kuvvet bulundurma hakkı var. Kırım’a müdahale edenler de bu kuvvetler. 2010 Anlaşmasının Ukrayna Parlamentosunda onayı hayli hadiseli olmuş, muhalefet Cumhurbaşkanını suçlamış ve anlaşmaya karşı çıkmıştı. Aslında Rusya’nın Kırım’dan, özellikle de Sivastopol deniz üssünden ayrılmaya niyeti olmadığı, çeşitli yöntemlerle burasını elde tutmak istediği söylenebilir. Zira bu üs büyük bir deniz gücünü barındırma kapasitesine sahip ve Rusya’ya buradan Akdeniz’e ve ötesine kolayca ulaşmak olanağını sağlıyor. Kırım nüfusunun % 58’i Rus, % 24’ü Ukraynalı ve % 12’si de Kırım Tatarı.

Rusya’nın Kırım’a müdahalesi, Doğu-Batı ilişkilerinin soğuk savaş yıllarına mı dönülmekte olduğu sorusunun sorulmasına yol açtı. Zira Ukrayna AB üyesi olmasa da, 46 milyon nüfusa sahip bir Avrupa ülkesi. Nüfusunun yaklaşık % 17’si, çoğu aynı zamanda Rus pasaportu hamili etnik Ruslardan oluşsa da, ülkenin doğusunda Rusça yaygın dil olsa da, böyle bir müdahale çağa yakıştırılamıyor.

Başkan Obama, Kırım’ın Rus kontrolüne girmesinden hemen sonra Cumhurbaşkanı Putin’le yaklaşık bir buçuk saatlik bir telefon görüşmesi yaptı. Rusya’yı kuvvetlerini çekmeye ve soruna siyasi bir çözüm bulunabilmesi için işbirliğine davet etti. AB de benzer açıklamalarda bulundu. ABD yetkilileri, Ukrayna’da Rusya’nın müdahalesini gerektirecek hiçbir gelişme olmadığını, ülkedeki Ruslara veya Rus kökenlilere karşı hiçbir tahrik edici davranışta bulunulmadığını, bunun Kırım için de geçerli olduğunu vurgulamaya özen gösterdiler. En azından askeri bir müdahale gerektirecek ciddiyette bir olay yaşanmadığı muhakkak.

Batı, daha doğrusu ABD ve AB, Ukrayna bunalımında belirli bir noktaya kadar aynı tutumu izledi. Ukrayna halkının kaderine sahip çıkma hakkını savundu. Siyasi bir uzlaşı için çaba gösterdi. Ancak, göründüğü kadarıyla, Kırım’a müdahale sonrasında Rusya’ya karşı takınılacak tavır konusundaki görüşler yüzde yüz örtüşmüyor.

ABD’de Başkan Obama özellikle Cumhuriyetçi bir kanadın ağır eleştirilerine maruz kalıyor. Aslında bu eleştirileri yapanların ortaya koydukları somut bir hareket tarzı da yok. Neticede Obama, Putin’den beklediği olumlu ilk tepkiyi alamadığı için bazı yaptırımları gündeme getirdi. Bu bağlamda, Soçi’de düzenlenecek G-8 zirvesine katılmamak, Rusya’nın G-8 üyeliğinin askıya alınması, ayrıca ikili askeri temasların dondurulması, liman ziyaretlerinin iptali, daha ileri bir aşamada emir-komuta zinciri içindeki bazı kişilere ve resmi finans kuruluşlarının yöneticilerine vize kısıtlamaları gibi önlemler üzerinde durulduğu anlaşılıyor.

Almanya’nın tutumu ise biraz farklı. Nitekim Şansölye Merkel’in Cumhurbaşkanı Putin’le yaptığı telefon görüşmesinde bir “temas grubu” veya “veri toplama komisyonu” kurulması, bunun Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) bünyesinde yapılması gibi düşünceler dile getirdiği, muhatabının da “Ukrayna’daki durumun normalleştirilmesi için ikili ve çok taraflı forumlarda danışmalara devam etmeyi istediklerini belirttiği Batı basınında yansıtıldı. Ayrıca, Almanya’nın Rusya’nın G-8 üyeliğinin askıya alınmasına sıcak bakmadığı, G-8’i Rusya ile bir araya gelinen en önemli forum telakki ettiği, bu forumun siyasi bir çözüm arayışı için kullanılması gerektiği görüşünde olduğu belirtildi.( ABD basınında, Şansölye Merkel’in Başkan Obama’ya, bu görüşme hakkında bilgi verirken Putin için “gerçeklerden uzak, başka bir dünyada yaşıyor” ifadesinde bulunduğu yazıldı. Almanya bunu yalanladı. Merkel-Obama görüşmesinin bu içerikle basına yansıtılması herhalde maksatlı. Bu diplomatik uygulama açısından pek doğru bir davranış olmayıp ve Alman tarafında kırgınlık yaratmış olması muhtemeldir.) Fransa’nın da Almanya’nınkine benzer bir yaklaşımda olduğu anlaşılıyor. İngiltere ise ABD’den sonra Rusya’yı en kuvvetli biçimde eleştiren ikinci ülke olmakla beraber onun da çıkarları Rusya ile bir tırmanmanın önlenmesinde yatıyor.

ABD-Rusya ticaret hacminin 40 milyar dolar seviyesinde kalmasına mukabil AB-Rusya ticaret hacminin 460 milyar dolar civarında seyretmesi, Avrupa’nın önemli ölçüde Rus doğalgazına bağımlı bulunması, örneğin Almanya’nın petrol ve doğal gazının % 40’ını Rusya’dan temin etmesi, uzayan bir gerilimin sıkıntılarının Avrupa’da daha fazla hissedilecek olması bu tutum  farklılığını açıklamaya yardımcı olabilir. Nitekim ekonomik yaptırımlar konuşulmakla birlikte bunun sakıncalarına dikkat çekiliyor.

Rusya ise, Rusya Kırım’da duruma el koyanların Rus birlikleri değil yerel öz savunma kuvvetleri olduğu, Ukrayna’daki vatandaşlarını korumak için her türlü önlemi almak hakkını saklı tuttuğu, ABD’nin yaptırımlara gitmesi durumunda doları ülkenin rezerv parası yapmaktan vazgeçebileceği, ABD bankalarına borçlarını ödemeyebileceği gibi hususları öne çıkardı. Cumhurbaşkanı Putin, Kiev’de askeri bir darbe yapıldığını, bunun kabul edilemeyeceğini, Ukrayna’nın kardeş bir ülke olduğunu, Rus ve Ukraynalı askerlerin birbirine karşı silah çekmeyeceğini söyledi. Ülkenin doğu kesimlerinde karmaşa başlarsa oradakileri korumak için her türlü önlemi alma hakkını saklı tuttuğunu, askeri müdahalenin “son seçenek” olduğunu kaydetmekle birlikte, aynı söylemi oldukça sık kullanan ABD yöneticilerine nazire yaparcasına, “bütün opsiyonların masada olduğunu”  vurguladı. Ancak, siyasi çözüme yolu kapatmadı.

Kanımca ABD ve AB’nin Kırım’a Rus müdahalesine gösterdikleri yüksek sesli tepki de, Kırım’ın derhal tahliyesini sağlamaktan çok Rusya’nın doğu Ukrayna’ya da müdahalesini önlemeye yönelikti. Hiç olmazsa şimdilik bu sağlanabildi.

 

Ancak gelişmelerin elbette bir arka planı, geçmişi var. Bu bağlamda genel bir gözlem olarak, Batı’nın, Soğuk Savaş sonrası dönemde, Rusya Federasyonu’nu uluslararası işbirliğine dayalı yeni bir dünya düzenine kazanmak için gerekeni yapamadığı söylenebilir. Aksine Batılılar, Rusya Yönetimini eleştirmeyi, birçok konuda Moskova’ya nasıl davranması gerektiğini öğretmeyi, ona ders vermeyi yeğlemişlerdir. Ancak, Rus gözüyle bakıldığında, bu noktada samimiyet sınavını geçememişlerdir.

1991 yılı sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği tarih olurken, bu sürecin kilit adamı Cumhurbaşkanı Mikhail Gorbaçev, yerini Boris Yelsin’e bıraktı. Yeltsin Yönetimi, ekonomik sorunlarının çözümünü pazar ekonomisine geçişte gördü. Yerel bilgi ve deneyim açığına rağmen, Batı ülkelerinin de alkış tuttuğu sınırsız bir özelleştirme, devlet müdahalesini asgariye indirme çabası başladı. “Oligarklar” olarak adlandırılan yeni küresel zenginler bu şekilde ortaya çıktı. Sekiz yıllık Yeltsin döneminin (1991-1997) sonunda Rusya Federasyonu’nun gayrısafi milli hasılası (GSMH) % 43 oranında azaldı (ABD’nin GSMH’nın 1929 Büyük Buhranında    % 32, Sovyetler Birliği’nin GSMH’nın İkinci Dünya Savaşı’nda % 24 oranlarında düşmüş olduğunu hatırlamak, bu bağlamda bir kıyaslama için yararlıdır. 1998 ekonomik krizi, petrol fiyatlarındaki düşüş de kuşkusuz Rus ekonomisi için ilave sıkıntılar yaratmış, enflasyon rekor kırmış, derin sosyal sorunlar ortaya çıkmıştı. Neticede halk nezdindeki itibarı çok düşük düzeyde seyretmekte olan Cumhurbaşkanı Yeltsin, 31 Aralık 1999 tarihinde, sürpriz bir kararla, Cumhurbaşkanlığı görevini Başbakan Putin’e bırakarak siyaset sahnesinden çekildi. Vladimir Putin, 26 Mart 2000 tarihinde düzenlenen seçimleri ilk turda kazandı. Putin’in bu görevdeki ilk sekiz yılı Rusya’da devletin, ekonominin yeniden inşa edildiği, kişi başına düşen gelirin arttığı ve Rusya’nın yeni bir kimlikle uluslararası sahnede yerini aldığı bir dönem olmuştur. Artan petrol fiyatları bu gelişmeyi desteklemiştir. Rusya büyük bir dış ticaret fazlası oluşturmuş, dış borç sorununu aşmıştır.

Putin döneminde, Batı ile ilişkilerde karşılıklı güven sağlanamamıştır. Batı’nın genel tavrı, eski Varşova Paktı ülkelerinin birbiri ardından NATO’ya katılmaları ile birleşince Rusya’daki kırgınlık derinleşmiştir. NATO’ya diledikleri zaman katılmak, bu ülkelerin, Moskova’nın da saygı ve anlayış göstermesi gereken, tartışması olmayacak egemen bir tercihi idi. Aslında Rusya’nın bunu bir noktaya kadar yaptığı da söylenebilir. Ancak Batı’nın daha olumlu bir siyasi duruşu, bunun Moskova’daki algılanış biçimini kolaylaştırabilirdi. 2003 Gürcistan ve 2004 Ukrayna devrimleri ve sivil toplum örgütlerinin bu hareketlerde oynadığı rol, Moskova Yönetiminde tereddütler yaratınca Putin, bu örgütlerin faaliyetlerini denetim altına almak amacıyla bazı yasal önlemlere başvurmuştur. Bu da Batı, özellikle ABD ile arasında mevcut demokrasi tartışmasını alevlendirmiş, mesafeyi açmıştır.

Bunları hatırlatmaktaki amacım elbette Kırım’ın işgalini mazur göstermek değil sadece Putin yönetiminin yaklaşımının zihinsel temelini anlamaya çalışmaktır.

Rusya bugün kuşkusuz Yeltsin döneminin Rusya’sı değildir. Her bakımdan daha güçlüdür.  Ancak Batı’ya, ABD’ne karşı güvensizliği sürmektedir. En büyük sorunu  demokrasi açığı ve otoriter yönetim biçimidir. Dış politikadaki temel hedefleri ise, kendi algılamasına göre “Batı’ya daha fazla yayılma alanı tanımamak”,  SSCB’nin çöküşüyle kaybettiği küresel güç konumunu geri kazanmaktır. Bunlardan ikincisi biraz iddialı olmakla birlikte,  birincisi Gürcistan ve Ukrayna örneklerinin ortaya koyduğu üzere olanaksız değildir.

Suriye kimyasal silahlarının imhası konusunda yapılan işbirliği, bunun siyasi bir çözümü destekleyebileceği ümidi, İran nükleer programına ilişkin gelişmeler, El Kaide ve ortaklarının Orta Doğu’da artan mevcudiyetleri ABD ile Rusya arasında gecikmiş bir “reset”i gündeme getirmişti. Şimdi görünen o ki Ukrayna krizi bunu bir süre daha geciktirecek.

Netice olarak şunlar söylenebilir:

Ukrayna halkı geleceğini AB’de görmekte ise buna karar verme yetkisi sadece Ukrayna halkına aittir. Rusya’nın Kırım’a müdahalesinin uluslararası hukukun açık bir ihlalini teşkil ettiğinde de kuşku bulunmamaktadır. Ancak ilkelere saygı ile hayatın gerçekleri maalesef her zaman örtüşmeyebiliyor.

Yanukoviç yönetiminin tüm yanlışlarına rağmen Ukrayna muhalefeti olacakları öngörüp siyasi bir çözüm bulmak için daha uzlaşıcı davranabilseydi belki Kırım’da bu dramatik bir gelişme yaşanmazdı. Rusya 2008’de Gürcistan’la savaştı. Daha sonra da Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanıdı. Tiflis’in buraları tekrar kendi toprakları içerisine katması neredeyse bir hayaldir. Umarım Kırım’ın geleceği farklı olur. Kırım müdahalesinin, aynen Gürcistan örneğinde olduğu üzere, sadece Ukrayna’ya ve Batı’ya değil eski Sovyet coğrafyasına bir mesaj olduğunu da kaydetmek gerekir.

Şu aşamada gerilim bir parça düşmüş görünüyor. Başkan Obama, Putin’in basın toplantısında dile getirdiklerine karşılık olarak, Rusya’nın Ukrayna’da meşru çıkarları olabileceğini ancak bunları savunmanın yolunun askeri müdahale olmadığını, uluslararası mekanizmalardan yararlanmak gerektiğini, Rusya samimi davranırsa buna hazır olduklarını belirtti. Rusya, ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere Dışişleri Bakanlarının bir başka uluslararası toplantı vesilesiyle bulundukları Paris’te Ukrayna krizini görüşmek üzere bir araya gelmelerini sağlamaya yönelik çabalar var. Özetle, diplomasi trafiği yoğun.

Bu aşamada Ukraynalılara düşen en öncelikli görev, ülkede genel düzenin sağlanması, daha fazla kutuplaşmaya izin verilmemesi, seçimlerin vaad edildiği üzere 25 Mayıs’ta düzenlenmesidir. Ancak bunun da kolay olmayacağı anlaşılmakta zira Cumhurbaşkanı Putin “terör tehdidi altında” yapılacak bir seçimin sonucunu tanımayacağını açıkladı. Dolayısıyla, BM veya AGİT gibi bir örgütün devreye girmesi ve seçimlerin uluslararası gözlemcilerin nezaretinde yapılması için çaba gösterilmesi gerekmekte. Nitekim AGİT, Kiev’in talebi üzerine çeşitli üye ülkelerden 35 kişilik bir gözlemci grubunu bir ilk adım olarak Ukrayna’ya gönderdi.

Ülkenin belki biraz zamana yayılabilecek ama mutlaka ele alınması gereken bir meselesi de başarısızlıkları ile ülkeyi bugüne taşımış olan siyasi kadrolarla, ekonominin çok önemli bir kısmını elinde tutan oligarkların  (ki bunlar kısmen örtüşmektedir) saf dışı bırakılmasıdır. İflasın eşiğindeki bir ekonominin kurtarılması ise kendi başına büyük bir sorundur. Siyasi bir çözüm ufukta görünürse dış yardımlar bu sorunun aşılmasına katkı sağlayabilir. Ancak bu desteğin Ukrayna yetkililerinin son dönemde değindikleri rakamları bulması beklenmemelidir. AB’nin 15 milyar dolarlık yardım paketiyle Rusya’nın daha önceki vaadini yakalamak istediği düşünülebilir. Ne var ki taahhütlerle yardımların fiilen kullandırılması arasında uzunca süreler girebiliyor.

Hükümetimiz, herhalde Gezi olaylarının da tesiriyle, Kiev’deki protesto gösterileri konusunda sessiz kaldı. Kahire’de el-Sisi yönetimine karşı çıkanlara verdiği desteği Kiev’dekilere veremedi. Esasen bundan bağımsız olarak Türkiye’nin, Rusya ile yoğun ekonomik ilişkileri olan bir komşu ülke olarak ABD çizgisini benimsemesi beklenemezdi. Belki en fazla AB çizgisine yaklaşabilirdik.

Türkiye Ukrayna konusunda bundan sonra nasıl bir tutum izlemeli? İç siyaseti bu kadar çıkmaza girmiş bir ülkenin dış siyasette etkinlik sergilemesi olanaksızdır. Esasen gelişmeler bizim rol oynayabileceğimiz bir zeminde de cereyan etmemektedir. Dolayısıyla ilke temelinde Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne olan bağlılığımızı ve Ukraynalıların geleceklerini her türlü dış müdahaleden bağımsız olarak belirlemeye hakları bulunduğunu net biçimde dile getirmemiz yeterlidir. Ukrayna bunalımının birinci gündem maddesi, ülkenin toprak bütünlüğüne ve geleceğini tayin hakkına saygı gösterilmesinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla şu aşamada Kırım Tatarlarına yarardan ziyade sıkıntı getirecek söylemlerden de uzak durmalı, kaygılar varsa bunu diplomatik yollardan gidermeye çalışmalıyız.

(*)2 Şubat 2014 tarihli ve “Ukrayna’da Gerilim” başlıklı yazı; 23 Şubat 2014 tarihli ve “Bir Telefon Konuşması-AB-Ukrayna” başlıklı yazı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ukrayna Hükümeti 21 Kasım 2013 tarihinde AB ile imzalanması öngörülen Ortaklık Anlaşması’ndan vazgeçtiğini açıkladı (*). Kararın ardından başlayan ve Cumhurbaşkanı Yanukoviç ile Hükümetini hedef alan protesto gösterileri hızlı bir tırmanış gösterdi. 20 Şubat 2014’de, protestocularla güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmada 77 kişi hayatını kaybetti. Böylece olaylarda hayatını kaybedenlerin sayısı 100’e yaklaştı. Bunun üzerine Almanya, Fransa ve Polonya Dışişleri Bakanları bir çıkış yolu bulunmasına yardımcı olmak üzere Kiev’e gittiler. Bu üçlünün de çabalarıyla, Cumhurbaşkanı Yanukoviç ile muhalefet, 21 Şubatta bir milli birlik hükümeti kurulmasını, anayasada değişiklik yapılmasını, Cumhurbaşkanının yetkilerinin kısıtlanmasını ve 2014 sonuna kadar cumhurbaşkanlığı seçimlerinin düzenlenmesini öngören bir uzlaşıya vardılar. (Rusya’nın da bu görüşmelerde bir temsilci bulundurduğu, bu temsicinin üç Batılı Bakanın aksine varılan uzlaşıyı imzalamadığı anlaşılıyor.) Ancak uzlaşı hayata geçirilemedi. Can kaybına büyük öfke duyan protestocular bazı resmi binaları işgal ettiler. Yanukoviç Kiev’den ayrıldı. Muhalefetin egemen olduğu Parlamento kendisini görevden aldı ve 25 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmasını kararlaştırdı. Bu arada Yanukoviç belirsiz bir yerden hala ülkenin cumhurbaşkanı olduğunu ve “darbeyi tanımadığını” duyurdu. Parlamento, geçici Cumhurbaşkanlığına Parlamento Başkanı Turçinov’u getirdi. 27 Şubatta, Rusya yanlısı silahlı kişiler Kırım’ın başkenti Simferopol’deki resmi binaları kontrol altına aldı. 28 Şubatta da, Rusya’nın Sivastopol deniz üssü personeli olduğunda kuşku bulunmayan silahlı personel Kırım’ın geneline hakim oldu. Rusya Parlamentosu da Cumhurbaşkanı Putin’in Ukrayna’ya asker gönderilmesi için yetki talebini kabul etti.

Baş döndürücü bir tırmanışın olabildiğince kısa özeti bu. Belki bu fırtınada hemen farkına varamadığımız, Ukrayna bunalımının, bize uzun süredir başka bir şey düşünmeye olanak tanımayan Suriye iç savaşını, en azından bir süre için, arka plana itmiş olması.

Kırım müdahalesinin, Rusya ile başta ABD olmak üzere Batı arasında yarattığı gerilime geçmeden kısa bir hatırlatma yapmakta yarar var: Rusya ve Ukrayna 1997’de yaptıkları bir anlaşmayla, daha önce SSCB deniz kuvvetlerinin bayrağını taşımış olan askeri gemileri, malzeme ve teçhizatı paylaşarak ayrı, bağımsız birer donanma kurdular. Ancak Rusya Sivastopol deniz üssünden hemen vazgeçemediği için burasını Ukrayna’dan 2017 yılına kadar kiraladı. Bu anlaşma Nisan 2010’da, Cumhurbaşkanları Medvedev ve Yanukoviç tarafından 25 yıllığına, yani 2042’ye kadar, uzatıldı. Anlaşmanın 2042’de 5 yıl için daha uzatılmasına da kapı açık. Rusya bunun karşılığında Ukrayna’ya sattığı doğalgazın fiyatında indirime gitti. Rusya’nın bu anlaşmalar çerçevesinde Sivastopol hatırı sayılır bir kuvvet bulundurma hakkı var. Kırım’a müdahale edenler de bu kuvvetler. 2010 Anlaşmasının Ukrayna Parlamentosunda onayı hayli hadiseli olmuş, muhalefet Cumhurbaşkanını suçlamış ve anlaşmaya karşı çıkmıştı. Aslında Rusya’nın Kırım’dan, özellikle de Sivastopol deniz üssünden ayrılmaya niyeti olmadığı, çeşitli yöntemlerle burasını elde tutmak istediği söylenebilir. Zira bu üs büyük bir deniz gücünü barındırma kapasitesine sahip ve Rusya’ya buradan Akdeniz’e ve ötesine kolayca ulaşmak olanağını sağlıyor. Kırım nüfusunun % 58’i Rus, % 24’ü Ukraynalı ve % 12’si de Kırım Tatarı.

Rusya’nın Kırım’a müdahalesi, Doğu-Batı ilişkilerinin soğuk savaş yıllarına mı dönülmekte olduğu sorusunun sorulmasına yol açtı. Zira Ukrayna AB üyesi olmasa da, 46 milyon nüfusa sahip bir Avrupa ülkesi. Nüfusunun yaklaşık % 17’si, çoğu aynı zamanda Rus pasaportu hamili etnik Ruslardan oluşsa da, ülkenin doğusunda Rusça yaygın dil olsa da, böyle bir müdahale çağa yakıştırılamıyor.

Başkan Obama, Kırım’ın Rus kontrolüne girmesinden hemen sonra Cumhurbaşkanı Putin’le yaklaşık bir buçuk saatlik bir telefon görüşmesi yaptı. Rusya’yı kuvvetlerini çekmeye ve soruna siyasi bir çözüm bulunabilmesi için işbirliğine davet etti. AB de benzer açıklamalarda bulundu. ABD yetkilileri, Ukrayna’da Rusya’nın müdahalesini gerektirecek hiçbir gelişme olmadığını, ülkedeki Ruslara veya Rus kökenlilere karşı hiçbir tahrik edici davranışta bulunulmadığını, bunun Kırım için de geçerli olduğunu vurgulamaya özen gösterdiler. En azından askeri bir müdahale gerektirecek ciddiyette bir olay yaşanmadığı muhakkak.

Batı, daha doğrusu ABD ve AB, Ukrayna bunalımında belirli bir noktaya kadar aynı tutumu izledi. Ukrayna halkının kaderine sahip çıkma hakkını savundu. Siyasi bir uzlaşı için çaba gösterdi. Ancak, göründüğü kadarıyla, Kırım’a müdahale sonrasında Rusya’ya karşı takınılacak tavır konusundaki görüşler yüzde yüz örtüşmüyor.

ABD’de Başkan Obama özellikle Cumhuriyetçi bir kanadın ağır eleştirilerine maruz kalıyor. Aslında bu eleştirileri yapanların ortaya koydukları somut bir hareket tarzı da yok. Neticede Obama, Putin’den beklediği olumlu ilk tepkiyi alamadığı için bazı yaptırımları gündeme getirdi. Bu bağlamda, Soçi’de düzenlenecek G-8 zirvesine katılmamak, Rusya’nın G-8 üyeliğinin askıya alınması, ayrıca ikili askeri temasların dondurulması, liman ziyaretlerinin iptali, daha ileri bir aşamada emir-komuta zinciri içindeki bazı kişilere ve resmi finans kuruluşlarının yöneticilerine vize kısıtlamaları gibi önlemler üzerinde durulduğu anlaşılıyor.

Almanya’nın tutumu ise biraz farklı. Nitekim Şansölye Merkel’in Cumhurbaşkanı Putin’le yaptığı telefon görüşmesinde bir “temas grubu” veya “veri toplama komisyonu” kurulması, bunun Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) bünyesinde yapılması gibi düşünceler dile getirdiği, muhatabının da “Ukrayna’daki durumun normalleştirilmesi için ikili ve çok taraflı forumlarda danışmalara devam etmeyi istediklerini belirttiği Batı basınında yansıtıldı. Ayrıca, Almanya’nın Rusya’nın G-8 üyeliğinin askıya alınmasına sıcak bakmadığı, G-8’i Rusya ile bir araya gelinen en önemli forum telakki ettiği, bu forumun siyasi bir çözüm arayışı için kullanılması gerektiği görüşünde olduğu belirtildi.( ABD basınında, Şansölye Merkel’in Başkan Obama’ya, bu görüşme hakkında bilgi verirken Putin için “gerçeklerden uzak, başka bir dünyada yaşıyor” ifadesinde bulunduğu yazıldı. Almanya bunu yalanladı. Merkel-Obama görüşmesinin bu içerikle basına yansıtılması herhalde maksatlı. Bu diplomatik uygulama açısından pek doğru bir davranış olmayıp ve Alman tarafında kırgınlık yaratmış olması muhtemeldir.) Fransa’nın da Almanya’nınkine benzer bir yaklaşımda olduğu anlaşılıyor. İngiltere ise ABD’den sonra Rusya’yı en kuvvetli biçimde eleştiren ikinci ülke olmakla beraber onun da çıkarları Rusya ile bir tırmanmanın önlenmesinde yatıyor.

ABD-Rusya ticaret hacminin 40 milyar dolar seviyesinde kalmasına mukabil AB-Rusya ticaret hacminin 460 milyar dolar civarında seyretmesi, Avrupa’nın önemli ölçüde Rus doğalgazına bağımlı bulunması, örneğin Almanya’nın petrol ve doğal gazının % 40’ını Rusya’dan temin etmesi, uzayan bir gerilimin sıkıntılarının Avrupa’da daha fazla hissedilecek olması bu tutum  farklılığını açıklamaya yardımcı olabilir. Nitekim ekonomik yaptırımlar konuşulmakla birlikte bunun sakıncalarına dikkat çekiliyor.

Rusya ise, Rusya Kırım’da duruma el koyanların Rus birlikleri değil yerel öz savunma kuvvetleri olduğu, Ukrayna’daki vatandaşlarını korumak için her türlü önlemi almak hakkını saklı tuttuğu, ABD’nin yaptırımlara gitmesi durumunda doları ülkenin rezerv parası yapmaktan vazgeçebileceği, ABD bankalarına borçlarını ödemeyebileceği gibi hususları öne çıkardı. Cumhurbaşkanı Putin, Kiev’de askeri bir darbe yapıldığını, bunun kabul edilemeyeceğini, Ukrayna’nın kardeş bir ülke olduğunu, Rus ve Ukraynalı askerlerin birbirine karşı silah çekmeyeceğini söyledi. Ülkenin doğu kesimlerinde karmaşa başlarsa oradakileri korumak için her türlü önlemi alma hakkını saklı tuttuğunu, askeri müdahalenin “son seçenek” olduğunu kaydetmekle birlikte, aynı söylemi oldukça sık kullanan ABD yöneticilerine nazire yaparcasına, “bütün opsiyonların masada olduğunu”  vurguladı. Ancak, siyasi çözüme yolu kapatmadı.

Kanımca ABD ve AB’nin Kırım’a Rus müdahalesine gösterdikleri yüksek sesli tepki de, Kırım’ın derhal tahliyesini sağlamaktan çok Rusya’nın doğu Ukrayna’ya da müdahalesini önlemeye yönelikti. Hiç olmazsa şimdilik bu sağlanabildi.

 

Ancak gelişmelerin elbette bir arka planı, geçmişi var. Bu bağlamda genel bir gözlem olarak, Batı’nın, Soğuk Savaş sonrası dönemde, Rusya Federasyonu’nu uluslararası işbirliğine dayalı yeni bir dünya düzenine kazanmak için gerekeni yapamadığı söylenebilir. Aksine Batılılar, Rusya Yönetimini eleştirmeyi, birçok konuda Moskova’ya nasıl davranması gerektiğini öğretmeyi, ona ders vermeyi yeğlemişlerdir. Ancak, Rus gözüyle bakıldığında, bu noktada samimiyet sınavını geçememişlerdir.

1991 yılı sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği tarih olurken, bu sürecin kilit adamı Cumhurbaşkanı Mikhail Gorbaçev, yerini Boris Yelsin’e bıraktı. Yeltsin Yönetimi, ekonomik sorunlarının çözümünü pazar ekonomisine geçişte gördü. Yerel bilgi ve deneyim açığına rağmen, Batı ülkelerinin de alkış tuttuğu sınırsız bir özelleştirme, devlet müdahalesini asgariye indirme çabası başladı. “Oligarklar” olarak adlandırılan yeni küresel zenginler bu şekilde ortaya çıktı. Sekiz yıllık Yeltsin döneminin (1991-1997) sonunda Rusya Federasyonu’nun gayrısafi milli hasılası (GSMH) % 43 oranında azaldı (ABD’nin GSMH’nın 1929 Büyük Buhranında    % 32, Sovyetler Birliği’nin GSMH’nın İkinci Dünya Savaşı’nda % 24 oranlarında düşmüş olduğunu hatırlamak, bu bağlamda bir kıyaslama için yararlıdır. 1998 ekonomik krizi, petrol fiyatlarındaki düşüş de kuşkusuz Rus ekonomisi için ilave sıkıntılar yaratmış, enflasyon rekor kırmış, derin sosyal sorunlar ortaya çıkmıştı. Neticede halk nezdindeki itibarı çok düşük düzeyde seyretmekte olan Cumhurbaşkanı Yeltsin, 31 Aralık 1999 tarihinde, sürpriz bir kararla, Cumhurbaşkanlığı görevini Başbakan Putin’e bırakarak siyaset sahnesinden çekildi. Vladimir Putin, 26 Mart 2000 tarihinde düzenlenen seçimleri ilk turda kazandı. Putin’in bu görevdeki ilk sekiz yılı Rusya’da devletin, ekonominin yeniden inşa edildiği, kişi başına düşen gelirin arttığı ve Rusya’nın yeni bir kimlikle uluslararası sahnede yerini aldığı bir dönem olmuştur. Artan petrol fiyatları bu gelişmeyi desteklemiştir. Rusya büyük bir dış ticaret fazlası oluşturmuş, dış borç sorununu aşmıştır.

Putin döneminde, Batı ile ilişkilerde karşılıklı güven sağlanamamıştır. Batı’nın genel tavrı, eski Varşova Paktı ülkelerinin birbiri ardından NATO’ya katılmaları ile birleşince Rusya’daki kırgınlık derinleşmiştir. NATO’ya diledikleri zaman katılmak, bu ülkelerin, Moskova’nın da saygı ve anlayış göstermesi gereken, tartışması olmayacak egemen bir tercihi idi. Aslında Rusya’nın bunu bir noktaya kadar yaptığı da söylenebilir. Ancak Batı’nın daha olumlu bir siyasi duruşu, bunun Moskova’daki algılanış biçimini kolaylaştırabilirdi. 2003 Gürcistan ve 2004 Ukrayna devrimleri ve sivil toplum örgütlerinin bu hareketlerde oynadığı rol, Moskova Yönetiminde tereddütler yaratınca Putin, bu örgütlerin faaliyetlerini denetim altına almak amacıyla bazı yasal önlemlere başvurmuştur. Bu da Batı, özellikle ABD ile arasında mevcut demokrasi tartışmasını alevlendirmiş, mesafeyi açmıştır.

Bunları hatırlatmaktaki amacım elbette Kırım’ın işgalini mazur göstermek değil sadece Putin yönetiminin yaklaşımının zihinsel temelini anlamaya çalışmaktır.

Rusya bugün kuşkusuz Yeltsin döneminin Rusya’sı değildir. Her bakımdan daha güçlüdür.  Ancak Batı’ya, ABD’ne karşı güvensizliği sürmektedir. En büyük sorunu  demokrasi açığı ve otoriter yönetim biçimidir. Dış politikadaki temel hedefleri ise, kendi algılamasına göre “Batı’ya daha fazla yayılma alanı tanımamak”,  SSCB’nin çöküşüyle kaybettiği küresel güç konumunu geri kazanmaktır. Bunlardan ikincisi biraz iddialı olmakla birlikte,  birincisi Gürcistan ve Ukrayna örneklerinin ortaya koyduğu üzere olanaksız değildir.

Suriye kimyasal silahlarının imhası konusunda yapılan işbirliği, bunun siyasi bir çözümü destekleyebileceği ümidi, İran nükleer programına ilişkin gelişmeler, El Kaide ve ortaklarının Orta Doğu’da artan mevcudiyetleri ABD ile Rusya arasında gecikmiş bir “reset”i gündeme getirmişti. Şimdi görünen o ki Ukrayna krizi bunu bir süre daha geciktirecek.

Netice olarak şunlar söylenebilir:

Ukrayna halkı geleceğini AB’de görmekte ise buna karar verme yetkisi sadece Ukrayna halkına aittir. Rusya’nın Kırım’a müdahalesinin uluslararası hukukun açık bir ihlalini teşkil ettiğinde de kuşku bulunmamaktadır. Ancak ilkelere saygı ile hayatın gerçekleri maalesef her zaman örtüşmeyebiliyor.

Yanukoviç yönetiminin tüm yanlışlarına rağmen Ukrayna muhalefeti olacakları öngörüp siyasi bir çözüm bulmak için daha uzlaşıcı davranabilseydi belki Kırım’da bu dramatik bir gelişme yaşanmazdı. Rusya 2008’de Gürcistan’la savaştı. Daha sonra da Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanıdı. Tiflis’in buraları tekrar kendi toprakları içerisine katması neredeyse bir hayaldir. Umarım Kırım’ın geleceği farklı olur. Kırım müdahalesinin, aynen Gürcistan örneğinde olduğu üzere, sadece Ukrayna’ya ve Batı’ya değil eski Sovyet coğrafyasına bir mesaj olduğunu da kaydetmek gerekir.

Şu aşamada gerilim bir parça düşmüş görünüyor. Başkan Obama, Putin’in basın toplantısında dile getirdiklerine karşılık olarak, Rusya’nın Ukrayna’da meşru çıkarları olabileceğini ancak bunları savunmanın yolunun askeri müdahale olmadığını, uluslararası mekanizmalardan yararlanmak gerektiğini, Rusya samimi davranırsa buna hazır olduklarını belirtti. Rusya, ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere Dışişleri Bakanlarının bir başka uluslararası toplantı vesilesiyle bulundukları Paris’te Ukrayna krizini görüşmek üzere bir araya gelmelerini sağlamaya yönelik çabalar var. Özetle, diplomasi trafiği yoğun.

Bu aşamada Ukraynalılara düşen en öncelikli görev, ülkede genel düzenin sağlanması, daha fazla kutuplaşmaya izin verilmemesi, seçimlerin vaad edildiği üzere 25 Mayıs’ta düzenlenmesidir. Ancak bunun da kolay olmayacağı anlaşılmakta zira Cumhurbaşkanı Putin “terör tehdidi altında” yapılacak bir seçimin sonucunu tanımayacağını açıkladı. Dolayısıyla, BM veya AGİT gibi bir örgütün devreye girmesi ve seçimlerin uluslararası gözlemcilerin nezaretinde yapılması için çaba gösterilmesi gerekmekte. Nitekim AGİT, Kiev’in talebi üzerine çeşitli üye ülkelerden 35 kişilik bir gözlemci grubunu bir ilk adım olarak Ukrayna’ya gönderdi.

Ülkenin belki biraz zamana yayılabilecek ama mutlaka ele alınması gereken bir meselesi de başarısızlıkları ile ülkeyi bugüne taşımış olan siyasi kadrolarla, ekonominin çok önemli bir kısmını elinde tutan oligarkların  (ki bunlar kısmen örtüşmektedir) saf dışı bırakılmasıdır. İflasın eşiğindeki bir ekonominin kurtarılması ise kendi başına büyük bir sorundur. Siyasi bir çözüm ufukta görünürse dış yardımlar bu sorunun aşılmasına katkı sağlayabilir. Ancak bu desteğin Ukrayna yetkililerinin son dönemde değindikleri rakamları bulması beklenmemelidir. AB’nin 15 milyar dolarlık yardım paketiyle Rusya’nın daha önceki vaadini yakalamak istediği düşünülebilir. Ne var ki taahhütlerle yardımların fiilen kullandırılması arasında uzunca süreler girebiliyor.

Hükümetimiz, herhalde Gezi olaylarının da tesiriyle, Kiev’deki protesto gösterileri konusunda sessiz kaldı. Kahire’de el-Sisi yönetimine karşı çıkanlara verdiği desteği Kiev’dekilere veremedi. Esasen bundan bağımsız olarak Türkiye’nin, Rusya ile yoğun ekonomik ilişkileri olan bir komşu ülke olarak ABD çizgisini benimsemesi beklenemezdi. Belki en fazla AB çizgisine yaklaşabilirdik.

Türkiye Ukrayna konusunda bundan sonra nasıl bir tutum izlemeli? İç siyaseti bu kadar çıkmaza girmiş bir ülkenin dış siyasette etkinlik sergilemesi olanaksızdır. Esasen gelişmeler bizim rol oynayabileceğimiz bir zeminde de cereyan etmemektedir. Dolayısıyla ilke temelinde Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne olan bağlılığımızı ve Ukraynalıların geleceklerini her türlü dış müdahaleden bağımsız olarak belirlemeye hakları bulunduğunu net biçimde dile getirmemiz yeterlidir. Ukrayna bunalımının birinci gündem maddesi, ülkenin toprak bütünlüğüne ve geleceğini tayin hakkına saygı gösterilmesinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla şu aşamada Kırım Tatarlarına yarardan ziyade sıkıntı getirecek söylemlerden de uzak durmalı, kaygılar varsa bunu diplomatik yollardan gidermeye çalışmalıyız.

(*)2 Şubat 2014 tarihli ve “Ukrayna’da Gerilim” başlıklı yazı; 23 Şubat 2014 tarihli ve “Bir Telefon Konuşması-AB-Ukrayna” başlıklı yazı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ukrayna Hükümeti 21 Kasım 2013 tarihinde AB ile imzalanması öngörülen Ortaklık Anlaşması’ndan vazgeçtiğini açıkladı (*). Kararın ardından başlayan ve Cumhurbaşkanı Yanukoviç ile Hükümetini hedef alan protesto gösterileri hızlı bir tırmanış gösterdi. 20 Şubat 2014’de, protestocularla güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmada 77 kişi hayatını kaybetti. Böylece olaylarda hayatını kaybedenlerin sayısı 100’e yaklaştı. Bunun üzerine Almanya, Fransa ve Polonya Dışişleri Bakanları bir çıkış yolu bulunmasına yardımcı olmak üzere Kiev’e gittiler. Bu üçlünün de çabalarıyla, Cumhurbaşkanı Yanukoviç ile muhalefet, 21 Şubatta bir milli birlik hükümeti kurulmasını, anayasada değişiklik yapılmasını, Cumhurbaşkanının yetkilerinin kısıtlanmasını ve 2014 sonuna kadar cumhurbaşkanlığı seçimlerinin düzenlenmesini öngören bir uzlaşıya vardılar. (Rusya’nın da bu görüşmelerde bir temsilci bulundurduğu, bu temsicinin üç Batılı Bakanın aksine varılan uzlaşıyı imzalamadığı anlaşılıyor.) Ancak uzlaşı hayata geçirilemedi. Can kaybına büyük öfke duyan protestocular bazı resmi binaları işgal ettiler. Yanukoviç Kiev’den ayrıldı. Muhalefetin egemen olduğu Parlamento kendisini görevden aldı ve 25 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmasını kararlaştırdı. Bu arada Yanukoviç belirsiz bir yerden hala ülkenin cumhurbaşkanı olduğunu ve “darbeyi tanımadığını” duyurdu. Parlamento, geçici Cumhurbaşkanlığına Parlamento Başkanı Turçinov’u getirdi. 27 Şubatta, Rusya yanlısı silahlı kişiler Kırım’ın başkenti Simferopol’deki resmi binaları kontrol altına aldı. 28 Şubatta da, Rusya’nın Sivastopol deniz üssü personeli olduğunda kuşku bulunmayan silahlı personel Kırım’ın geneline hakim oldu. Rusya Parlamentosu da Cumhurbaşkanı Putin’in Ukrayna’ya asker gönderilmesi için yetki talebini kabul etti.

Baş döndürücü bir tırmanışın olabildiğince kısa özeti bu. Belki bu fırtınada hemen farkına varamadığımız, Ukrayna bunalımının, bize uzun süredir başka bir şey düşünmeye olanak tanımayan Suriye iç savaşını, en azından bir süre için, arka plana itmiş olması.

Kırım müdahalesinin, Rusya ile başta ABD olmak üzere Batı arasında yarattığı gerilime geçmeden kısa bir hatırlatma yapmakta yarar var: Rusya ve Ukrayna 1997’de yaptıkları bir anlaşmayla, daha önce SSCB deniz kuvvetlerinin bayrağını taşımış olan askeri gemileri, malzeme ve teçhizatı paylaşarak ayrı, bağımsız birer donanma kurdular. Ancak Rusya Sivastopol deniz üssünden hemen vazgeçemediği için burasını Ukrayna’dan 2017 yılına kadar kiraladı. Bu anlaşma Nisan 2010’da, Cumhurbaşkanları Medvedev ve Yanukoviç tarafından 25 yıllığına, yani 2042’ye kadar, uzatıldı. Anlaşmanın 2042’de 5 yıl için daha uzatılmasına da kapı açık. Rusya bunun karşılığında Ukrayna’ya sattığı doğalgazın fiyatında indirime gitti. Rusya’nın bu anlaşmalar çerçevesinde Sivastopol hatırı sayılır bir kuvvet bulundurma hakkı var. Kırım’a müdahale edenler de bu kuvvetler. 2010 Anlaşmasının Ukrayna Parlamentosunda onayı hayli hadiseli olmuş, muhalefet Cumhurbaşkanını suçlamış ve anlaşmaya karşı çıkmıştı. Aslında Rusya’nın Kırım’dan, özellikle de Sivastopol deniz üssünden ayrılmaya niyeti olmadığı, çeşitli yöntemlerle burasını elde tutmak istediği söylenebilir. Zira bu üs büyük bir deniz gücünü barındırma kapasitesine sahip ve Rusya’ya buradan Akdeniz’e ve ötesine kolayca ulaşmak olanağını sağlıyor. Kırım nüfusunun % 58’i Rus, % 24’ü Ukraynalı ve % 12’si de Kırım Tatarı.

Rusya’nın Kırım’a müdahalesi, Doğu-Batı ilişkilerinin soğuk savaş yıllarına mı dönülmekte olduğu sorusunun sorulmasına yol açtı. Zira Ukrayna AB üyesi olmasa da, 46 milyon nüfusa sahip bir Avrupa ülkesi. Nüfusunun yaklaşık % 17’si, çoğu aynı zamanda Rus pasaportu hamili etnik Ruslardan oluşsa da, ülkenin doğusunda Rusça yaygın dil olsa da, böyle bir müdahale çağa yakıştırılamıyor.

Başkan Obama, Kırım’ın Rus kontrolüne girmesinden hemen sonra Cumhurbaşkanı Putin’le yaklaşık bir buçuk saatlik bir telefon görüşmesi yaptı. Rusya’yı kuvvetlerini çekmeye ve soruna siyasi bir çözüm bulunabilmesi için işbirliğine davet etti. AB de benzer açıklamalarda bulundu. ABD yetkilileri, Ukrayna’da Rusya’nın müdahalesini gerektirecek hiçbir gelişme olmadığını, ülkedeki Ruslara veya Rus kökenlilere karşı hiçbir tahrik edici davranışta bulunulmadığını, bunun Kırım için de geçerli olduğunu vurgulamaya özen gösterdiler. En azından askeri bir müdahale gerektirecek ciddiyette bir olay yaşanmadığı muhakkak.

Batı, daha doğrusu ABD ve AB, Ukrayna bunalımında belirli bir noktaya kadar aynı tutumu izledi. Ukrayna halkının kaderine sahip çıkma hakkını savundu. Siyasi bir uzlaşı için çaba gösterdi. Ancak, göründüğü kadarıyla, Kırım’a müdahale sonrasında Rusya’ya karşı takınılacak tavır konusundaki görüşler yüzde yüz örtüşmüyor.

ABD’de Başkan Obama özellikle Cumhuriyetçi bir kanadın ağır eleştirilerine maruz kalıyor. Aslında bu eleştirileri yapanların ortaya koydukları somut bir hareket tarzı da yok. Neticede Obama, Putin’den beklediği olumlu ilk tepkiyi alamadığı için bazı yaptırımları gündeme getirdi. Bu bağlamda, Soçi’de düzenlenecek G-8 zirvesine katılmamak, Rusya’nın G-8 üyeliğinin askıya alınması, ayrıca ikili askeri temasların dondurulması, liman ziyaretlerinin iptali, daha ileri bir aşamada emir-komuta zinciri içindeki bazı kişilere ve resmi finans kuruluşlarının yöneticilerine vize kısıtlamaları gibi önlemler üzerinde durulduğu anlaşılıyor.

Almanya’nın tutumu ise biraz farklı. Nitekim Şansölye Merkel’in Cumhurbaşkanı Putin’le yaptığı telefon görüşmesinde bir “temas grubu” veya “veri toplama komisyonu” kurulması, bunun Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) bünyesinde yapılması gibi düşünceler dile getirdiği, muhatabının da “Ukrayna’daki durumun normalleştirilmesi için ikili ve çok taraflı forumlarda danışmalara devam etmeyi istediklerini belirttiği Batı basınında yansıtıldı. Ayrıca, Almanya’nın Rusya’nın G-8 üyeliğinin askıya alınmasına sıcak bakmadığı, G-8’i Rusya ile bir araya gelinen en önemli forum telakki ettiği, bu forumun siyasi bir çözüm arayışı için kullanılması gerektiği görüşünde olduğu belirtildi.( ABD basınında, Şansölye Merkel’in Başkan Obama’ya, bu görüşme hakkında bilgi verirken Putin için “gerçeklerden uzak, başka bir dünyada yaşıyor” ifadesinde bulunduğu yazıldı. Almanya bunu yalanladı. Merkel-Obama görüşmesinin bu içerikle basına yansıtılması herhalde maksatlı. Bu diplomatik uygulama açısından pek doğru bir davranış olmayıp ve Alman tarafında kırgınlık yaratmış olması muhtemeldir.) Fransa’nın da Almanya’nınkine benzer bir yaklaşımda olduğu anlaşılıyor. İngiltere ise ABD’den sonra Rusya’yı en kuvvetli biçimde eleştiren ikinci ülke olmakla beraber onun da çıkarları Rusya ile bir tırmanmanın önlenmesinde yatıyor.

ABD-Rusya ticaret hacminin 40 milyar dolar seviyesinde kalmasına mukabil AB-Rusya ticaret hacminin 460 milyar dolar civarında seyretmesi, Avrupa’nın önemli ölçüde Rus doğalgazına bağımlı bulunması, örneğin Almanya’nın petrol ve doğal gazının % 40’ını Rusya’dan temin etmesi, uzayan bir gerilimin sıkıntılarının Avrupa’da daha fazla hissedilecek olması bu tutum  farklılığını açıklamaya yardımcı olabilir. Nitekim ekonomik yaptırımlar konuşulmakla birlikte bunun sakıncalarına dikkat çekiliyor.

Rusya ise, Rusya Kırım’da duruma el koyanların Rus birlikleri değil yerel öz savunma kuvvetleri olduğu, Ukrayna’daki vatandaşlarını korumak için her türlü önlemi almak hakkını saklı tuttuğu, ABD’nin yaptırımlara gitmesi durumunda doları ülkenin rezerv parası yapmaktan vazgeçebileceği, ABD bankalarına borçlarını ödemeyebileceği gibi hususları öne çıkardı. Cumhurbaşkanı Putin, Kiev’de askeri bir darbe yapıldığını, bunun kabul edilemeyeceğini, Ukrayna’nın kardeş bir ülke olduğunu, Rus ve Ukraynalı askerlerin birbirine karşı silah çekmeyeceğini söyledi. Ülkenin doğu kesimlerinde karmaşa başlarsa oradakileri korumak için her türlü önlemi alma hakkını saklı tuttuğunu, askeri müdahalenin “son seçenek” olduğunu kaydetmekle birlikte, aynı söylemi oldukça sık kullanan ABD yöneticilerine nazire yaparcasına, “bütün opsiyonların masada olduğunu”  vurguladı. Ancak, siyasi çözüme yolu kapatmadı.

Kanımca ABD ve AB’nin Kırım’a Rus müdahalesine gösterdikleri yüksek sesli tepki de, Kırım’ın derhal tahliyesini sağlamaktan çok Rusya’nın doğu Ukrayna’ya da müdahalesini önlemeye yönelikti. Hiç olmazsa şimdilik bu sağlanabildi.

 

Ancak gelişmelerin elbette bir arka planı, geçmişi var. Bu bağlamda genel bir gözlem olarak, Batı’nın, Soğuk Savaş sonrası dönemde, Rusya Federasyonu’nu uluslararası işbirliğine dayalı yeni bir dünya düzenine kazanmak için gerekeni yapamadığı söylenebilir. Aksine Batılılar, Rusya Yönetimini eleştirmeyi, birçok konuda Moskova’ya nasıl davranması gerektiğini öğretmeyi, ona ders vermeyi yeğlemişlerdir. Ancak, Rus gözüyle bakıldığında, bu noktada samimiyet sınavını geçememişlerdir.

1991 yılı sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği tarih olurken, bu sürecin kilit adamı Cumhurbaşkanı Mikhail Gorbaçev, yerini Boris Yelsin’e bıraktı. Yeltsin Yönetimi, ekonomik sorunlarının çözümünü pazar ekonomisine geçişte gördü. Yerel bilgi ve deneyim açığına rağmen, Batı ülkelerinin de alkış tuttuğu sınırsız bir özelleştirme, devlet müdahalesini asgariye indirme çabası başladı. “Oligarklar” olarak adlandırılan yeni küresel zenginler bu şekilde ortaya çıktı. Sekiz yıllık Yeltsin döneminin (1991-1997) sonunda Rusya Federasyonu’nun gayrısafi milli hasılası (GSMH) % 43 oranında azaldı (ABD’nin GSMH’nın 1929 Büyük Buhranında    % 32, Sovyetler Birliği’nin GSMH’nın İkinci Dünya Savaşı’nda % 24 oranlarında düşmüş olduğunu hatırlamak, bu bağlamda bir kıyaslama için yararlıdır. 1998 ekonomik krizi, petrol fiyatlarındaki düşüş de kuşkusuz Rus ekonomisi için ilave sıkıntılar yaratmış, enflasyon rekor kırmış, derin sosyal sorunlar ortaya çıkmıştı. Neticede halk nezdindeki itibarı çok düşük düzeyde seyretmekte olan Cumhurbaşkanı Yeltsin, 31 Aralık 1999 tarihinde, sürpriz bir kararla, Cumhurbaşkanlığı görevini Başbakan Putin’e bırakarak siyaset sahnesinden çekildi. Vladimir Putin, 26 Mart 2000 tarihinde düzenlenen seçimleri ilk turda kazandı. Putin’in bu görevdeki ilk sekiz yılı Rusya’da devletin, ekonominin yeniden inşa edildiği, kişi başına düşen gelirin arttığı ve Rusya’nın yeni bir kimlikle uluslararası sahnede yerini aldığı bir dönem olmuştur. Artan petrol fiyatları bu gelişmeyi desteklemiştir. Rusya büyük bir dış ticaret fazlası oluşturmuş, dış borç sorununu aşmıştır.

Putin döneminde, Batı ile ilişkilerde karşılıklı güven sağlanamamıştır. Batı’nın genel tavrı, eski Varşova Paktı ülkelerinin birbiri ardından NATO’ya katılmaları ile birleşince Rusya’daki kırgınlık derinleşmiştir. NATO’ya diledikleri zaman katılmak, bu ülkelerin, Moskova’nın da saygı ve anlayış göstermesi gereken, tartışması olmayacak egemen bir tercihi idi. Aslında Rusya’nın bunu bir noktaya kadar yaptığı da söylenebilir. Ancak Batı’nın daha olumlu bir siyasi duruşu, bunun Moskova’daki algılanış biçimini kolaylaştırabilirdi. 2003 Gürcistan ve 2004 Ukrayna devrimleri ve sivil toplum örgütlerinin bu hareketlerde oynadığı rol, Moskova Yönetiminde tereddütler yaratınca Putin, bu örgütlerin faaliyetlerini denetim altına almak amacıyla bazı yasal önlemlere başvurmuştur. Bu da Batı, özellikle ABD ile arasında mevcut demokrasi tartışmasını alevlendirmiş, mesafeyi açmıştır.

Bunları hatırlatmaktaki amacım elbette Kırım’ın işgalini mazur göstermek değil sadece Putin yönetiminin yaklaşımının zihinsel temelini anlamaya çalışmaktır.

Rusya bugün kuşkusuz Yeltsin döneminin Rusya’sı değildir. Her bakımdan daha güçlüdür.  Ancak Batı’ya, ABD’ne karşı güvensizliği sürmektedir. En büyük sorunu  demokrasi açığı ve otoriter yönetim biçimidir. Dış politikadaki temel hedefleri ise, kendi algılamasına göre “Batı’ya daha fazla yayılma alanı tanımamak”,  SSCB’nin çöküşüyle kaybettiği küresel güç konumunu geri kazanmaktır. Bunlardan ikincisi biraz iddialı olmakla birlikte,  birincisi Gürcistan ve Ukrayna örneklerinin ortaya koyduğu üzere olanaksız değildir.

Suriye kimyasal silahlarının imhası konusunda yapılan işbirliği, bunun siyasi bir çözümü destekleyebileceği ümidi, İran nükleer programına ilişkin gelişmeler, El Kaide ve ortaklarının Orta Doğu’da artan mevcudiyetleri ABD ile Rusya arasında gecikmiş bir “reset”i gündeme getirmişti. Şimdi görünen o ki Ukrayna krizi bunu bir süre daha geciktirecek.

Netice olarak şunlar söylenebilir:

Ukrayna halkı geleceğini AB’de görmekte ise buna karar verme yetkisi sadece Ukrayna halkına aittir. Rusya’nın Kırım’a müdahalesinin uluslararası hukukun açık bir ihlalini teşkil ettiğinde de kuşku bulunmamaktadır. Ancak ilkelere saygı ile hayatın gerçekleri maalesef her zaman örtüşmeyebiliyor.

Yanukoviç yönetiminin tüm yanlışlarına rağmen Ukrayna muhalefeti olacakları öngörüp siyasi bir çözüm bulmak için daha uzlaşıcı davranabilseydi belki Kırım’da bu dramatik bir gelişme yaşanmazdı. Rusya 2008’de Gürcistan’la savaştı. Daha sonra da Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını tanıdı. Tiflis’in buraları tekrar kendi toprakları içerisine katması neredeyse bir hayaldir. Umarım Kırım’ın geleceği farklı olur. Kırım müdahalesinin, aynen Gürcistan örneğinde olduğu üzere, sadece Ukrayna’ya ve Batı’ya değil eski Sovyet coğrafyasına bir mesaj olduğunu da kaydetmek gerekir.

Şu aşamada gerilim bir parça düşmüş görünüyor. Başkan Obama, Putin’in basın toplantısında dile getirdiklerine karşılık olarak, Rusya’nın Ukrayna’da meşru çıkarları olabileceğini ancak bunları savunmanın yolunun askeri müdahale olmadığını, uluslararası mekanizmalardan yararlanmak gerektiğini, Rusya samimi davranırsa buna hazır olduklarını belirtti. Rusya, ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere Dışişleri Bakanlarının bir başka uluslararası toplantı vesilesiyle bulundukları Paris’te Ukrayna krizini görüşmek üzere bir araya gelmelerini sağlamaya yönelik çabalar var. Özetle, diplomasi trafiği yoğun.

Bu aşamada Ukraynalılara düşen en öncelikli görev, ülkede genel düzenin sağlanması, daha fazla kutuplaşmaya izin verilmemesi, seçimlerin vaad edildiği üzere 25 Mayıs’ta düzenlenmesidir. Ancak bunun da kolay olmayacağı anlaşılmakta zira Cumhurbaşkanı Putin “terör tehdidi altında” yapılacak bir seçimin sonucunu tanımayacağını açıkladı. Dolayısıyla, BM veya AGİT gibi bir örgütün devreye girmesi ve seçimlerin uluslararası gözlemcilerin nezaretinde yapılması için çaba gösterilmesi gerekmekte. Nitekim AGİT, Kiev’in talebi üzerine çeşitli üye ülkelerden 35 kişilik bir gözlemci grubunu bir ilk adım olarak Ukrayna’ya gönderdi.

Ülkenin belki biraz zamana yayılabilecek ama mutlaka ele alınması gereken bir meselesi de başarısızlıkları ile ülkeyi bugüne taşımış olan siyasi kadrolarla, ekonominin çok önemli bir kısmını elinde tutan oligarkların  (ki bunlar kısmen örtüşmektedir) saf dışı bırakılmasıdır. İflasın eşiğindeki bir ekonominin kurtarılması ise kendi başına büyük bir sorundur. Siyasi bir çözüm ufukta görünürse dış yardımlar bu sorunun aşılmasına katkı sağlayabilir. Ancak bu desteğin Ukrayna yetkililerinin son dönemde değindikleri rakamları bulması beklenmemelidir. AB’nin 15 milyar dolarlık yardım paketiyle Rusya’nın daha önceki vaadini yakalamak istediği düşünülebilir. Ne var ki taahhütlerle yardımların fiilen kullandırılması arasında uzunca süreler girebiliyor.

Hükümetimiz, herhalde Gezi olaylarının da tesiriyle, Kiev’deki protesto gösterileri konusunda sessiz kaldı. Kahire’de el-Sisi yönetimine karşı çıkanlara verdiği desteği Kiev’dekilere veremedi. Esasen bundan bağımsız olarak Türkiye’nin, Rusya ile yoğun ekonomik ilişkileri olan bir komşu ülke olarak ABD çizgisini benimsemesi beklenemezdi. Belki en fazla AB çizgisine yaklaşabilirdik.

Türkiye Ukrayna konusunda bundan sonra nasıl bir tutum izlemeli? İç siyaseti bu kadar çıkmaza girmiş bir ülkenin dış siyasette etkinlik sergilemesi olanaksızdır. Esasen gelişmeler bizim rol oynayabileceğimiz bir zeminde de cereyan etmemektedir. Dolayısıyla ilke temelinde Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne olan bağlılığımızı ve Ukraynalıların geleceklerini her türlü dış müdahaleden bağımsız olarak belirlemeye hakları bulunduğunu net biçimde dile getirmemiz yeterlidir. Ukrayna bunalımının birinci gündem maddesi, ülkenin toprak bütünlüğüne ve geleceğini tayin hakkına saygı gösterilmesinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla şu aşamada Kırım Tatarlarına yarardan ziyade sıkıntı getirecek söylemlerden de uzak durmalı, kaygılar varsa bunu diplomatik yollardan gidermeye çalışmalıyız.

(*)2 Şubat 2014 tarihli ve “Ukrayna’da Gerilim” başlıklı yazı; 23 Şubat 2014 tarihli ve “Bir Telefon Konuşması-AB-Ukrayna” başlıklı yazı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s