APEC Zirvesinin Düşündürdükleri

18 Kasım 2014

10-11 Kasım tarihlerinde Pekin’de düzenlenen 22. APEC (Asia-Pacific Economic Cooperation–Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği) Liderler Zirvesi ve onu hemen izleyen G-20 Brisbane Zirvesi dikkatlerin tekrar bu bölgeye, sorunlarına ve biraz da küresel güç dengelerindeki evrime çevrilmesine vesile oldu (*).
Hatırlanacağı üzere Başkan Obama Çin’e ilk resmi ziyaretini, görevini üstlenmesinden dokuz ay sonra, Kasım 2009’da, Singapur’da düzenlenen 17. APEC zirvesi ile Japonya, Çin ve Güney Kore’yi kapsayan bir Asya turu çerçevesinde gerçekleştirmişti. Bu ziyaret sonrasında yayınlanan ortak bildirinin daha çok öne çıkan kavramı “stratejik güven inşası” idi. Tarafların birbirlerinin “temel çıkarlarına saygı göstermelerinin”, ikili ilişkilerde istikrarlı ilerleme için büyük önem taşıdığına değinilmişti.
Obama Yönetimi daha sonra, Asya-Pasifik bölgesinin ABD’nin uluslararası ilişkilerinin sıklet merkezi haline getirilmesini öngören “Pivot to Asia” politikasını seslendirmeye başladı.
Zamanın Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 11 Ekim 2011 tarihinde Foreign Policy dergisinde yayınlanan yazısında Obama yönetiminin bu yaklaşımına açıklık getirmek bağlamında,

  • ABD’nin son on yılda Afganistan ve Irak’s büyük kaynak tahsis ettiğini, gelecek on yılda ise Asya-Pasifik bölgesine artan biçimde diplomatik, ekonomik ve stratejik yatırım yapacağını,
    Dünya nüfusunun yaklaşık yarısını, küresel ekonominin önemli itici güçlerini barındıran, ABD’nin kilit bazı müttefikleri yanında Çin, Hindistan ve Endonezya gibi yükselen güçlerin yer aldığı Asya-Pasifik bölgesinin Amerika’nın ekonomik, stratejik çıkarları ve küresel liderliği bakımından öncelikli bir alan olduğunu,
  • ABD’nin bu bağlamda, bölgedeki ikili ittifakların güçlendirilmesini, Çin dahil yükselen güçlerle ilişkilerin derinleştirilmesini, çok taraflı bölgesel kurumlarla (ASEAN, APEC) işbirliğini, bölge ülkeleriyle ticaret ve yatırımların ilişkilerinin arttırılmasını, bölgede geniş tabanlı bir askeri mevcudiyet sürdürülmesini, demokrasi ve insan haklarına saygının yaygınlaştırılmasını öngören bir siyaset izleyeceğini,
  • Bu siyasetin merkezinde Japonya, Güney Kore, Avusturalya, Filipinler ve Tayland’la mevcut ittifak ilişkilerinin yer alacağını,
  • Çin’le münasebetlerinin, ABD’nin tarihi boyunca bir başka ülke ile şekillendirip yönetmek durumunda kaldığı ilişkilerin belki de en önemlisi olduğunu,
  • ABD-Çin işbirliğinin iki tarafa da çatışmadan daha fazla getiri sağlayacağını, bunun için söylemlerin somut eylemlerle desteklenmesini beklediklerini,
  • ABD’nin Çin’in askeri gücünü modernize etme ve arttırma çabasını izlediğini, niyetlerinin ne olduğunu anlamaya çalıştığını, bu amaçla askeri konularda diyalogu derinleştirmek istediğini,
  • Çin ve ABD’nin küresel ekonominin selameti için işbirliği yapmaları gerektiğini, bunun için Çin tarafının atması gereken adımlar olduğunu,
  • ABD’nin insan hakları sorunlarına ilişkin kaygılarını açık ve kapalı kapılar ardında dile getirdiğini, bu konularda kaydedeceği ilerlemenin Çin’in çıkarlarına hizmet edeceğini dile getirdi.

O dönemde ABD ekonomik krizle mücadelenin başındaydı. İşsizlik % 10’un üzerinde seyrediyordu. ABD Irak’tan çekilmemişti ama bunun hazırlığını yapmaktaydı. Arap baharı henüz bölgesel bir kaosa dönüşmemişti. Ukrayna sorunu ufukta değildi. Kısacası dünya, ekonomik sorunların ön planda bulunduğu, siyasi meselelerin de “yönetilebilir”, en azından “birlikte yaşanılabilir” olduğu bir dönemdeydi.
Bugün ise küresel ekonomik kriz henüz aşılmamış olmakla birlikte Amerika’nın göstergeleri daha olumlu. İşsizlik oranı sadece % 5.8. İhracatı artmakta. Buna mukabil, Arap baharının tetiklediği gelişmeler Orta Doğu’da tam bir istikrarsızlık yaratmış durumda. 2011’de Irak’tan çekilen ABD, muharip görevle olmasa da, buraya geri dönmeye zorlanıyor. Suriye’ye hava akınları düzenliyor. Ukrayna sorunu nedeniyle ABD ve AB ile Rusya arasındaki ilişkilerde gerilim yaşanıyor. Özetle, uluslararası sorunların sayı, nitelik ve yoğunluğunun beklenmedik biçimde arttığı bir dönemden geçiliyor. ABD de bu nedenle henüz Asya-Pasifik bölgesine istediği biçimde odaklanabilmiş değil.
ABD Dışişleri Bakanı Clinton, yukarıda değindiğim Foreign Policy makalesinde Çin’den yükselen bir güç olarak söz etmişti. Kanımca bu tanım artık geride kalmıştır. Çin bugünün iki küresel gücünden biridir.
Çin son dönemde, komşuları Japonya, Vietnam ve Filipinler ile arasında mevcut, deniz yetki alanlarına, ada ve kayalıklar üzerinde egemenlik haklarına ilişkin uyuşmazlıklarda, dikkatli biçimde de olsa, ağırlığını daha fazla hissettirmek istediği izlenimini vermektedir. ABD böyle durumlarda uyuşmazlıkların barışçı ve uluslararası hukuka uygun biçimde çözümünden yana tavır almakla birlikte, bunların özü konusunda tutum almaktan kaçınmaktadır. Çünkü bu anlaşmazlıklar, denizde veya havada, kaza eseri olsa bile çatışmaya yol açabilecek bir nitelik taşımaktadır. ABD ise, mevcut ittifak ilişkilerine rağmen kendi kontrolü dışında bu tür çatışmalara taraf olmaya ne hevesli ne de hazırdır. Bölge ülkeleri de kuşkusuz bunu görmekte, hissetmektedir. NATO üyesi olmamakla birlikte Ukrayna’daki gelişmelerin ABD’nin bölgedeki müttefikleri bakımından uyarıcı olduğunu söylemek de mümkündür. Zira günümüzde küresel bir gücün, bir başka küresel veya büyük gücün yakın çevresiyle ihtilaflarına uzaktan kuvvet kullanarak müdahalesi, giderek göze alınması zor ve maliyetli bir girişim niteliği kazanmış bulunmaktadır.
Aslında Çin de bu sorunların çatışma nedeni olmamasını, zamanla kendi mecrasında çözümlenmesini tercih ediyor olabilir. Nitekim kimileri, Çin’in artan gücünün, komşularının tutumunda kendiliğinden bir değişime, daha doğrusu bir çekinme veya gerilemeye yol açabileceği görüşünü dile getiriyorlar.
Başkan Obama’nın Çin’de bulunduğu sırada bazı ileri teknoloji ürünlerine uygulanmakta olan vergilerde indirime gidilmesine, sera gazları salınımının azaltılmasına ve karşılıklı vize kolaylıkları sağlanmasına ilişkin mutabakatlara varılmış olması genelde olumlu bir gelişme olarak nitelendiriliyor. Bu son hususla ilgili dikkat çekici bir veri 235,000 Çinli öğrencinin ABD’de eğitim görmekte olmasıdır.
Başkan Obama’nın ve Demokratların aldığı son seçim yenilgisi, Yönetim-Kongre ilişkisinin daha da sıkıntılı bir aşamaya girmesi olasılığı ve ABD’nin esasen yoğun uluslararası gündemi muvacehesinde Asya-Pasifik odaklı politikanın yakın vadede bütün unsurlarıyla yaşama geçirilmesinin kolay olmayacağı söylenebilir.
ABD-Çin ilişkilerinde karşılıklı güven arayışı sürerken Rusya-Çin ilişkileri Mayıs ayında imzalanan 30 yıl süreli, 400 milyar dolarlık doğalgaz anlaşmasıyla önemli bir karşılıklı bağımlılık öğesi yaratmış görünüyor. Çin’in Kırım’ın Rusya tarafından ilhakının tanınmadığını vurgulamak üzere Güvenlik Konseyi’ne sunulan bir tasarıya çekimser oy vermiş olmasının da Putin’i fazlasıyla memnun ettiği anlaşılıyor.
Çin’in dünyada en çok enerji tüketen ülkesi ve bir numaralı petrol ithalatçısı olduğunu, enerji açığının ciddi bir sorun teşkil ettiğini, günlük 10 milyon varillik petrol tüketiminin ancak 4.2 milyon varilini kendisinin karşılayabildiğini, bu nedenle petrol ihracatçısı ülkelere ve petrol araştırmalarına önemli yatırım yaptığını, Rusya ile vardığı doğalgaz anlaşmasının kendisi bakımından bir rahatlama yaratacağını da kaydetmek gerekir. Ancak Rusya-Çin ilişkisinde beklentisi daha yüksek olan taraf, özellikle Ukrayna sorununun Batı’da yol açtığı olumsuz algı nedeniyle, Rusya’dır.
ABD-Rusya ilişkileri ise Ukrayna nedeniyle soğuk ve gerilimli bir dönemdedir. AB’nin Rusya ile 370 milyar dolarlık ikili ticaret hacmine ve enerji bağımlılığına mukabil ABD’nin Rusya ile 26 milyar dolarda kalan ikili ticareti bir karşılıklı bağımlılık öğesi olmaktan uzaktır.
Netice itibariyle, küresel denge denildiğinde ABD, Çin ve Rusya hala ön plandalar. Ancak, üçünün de etkinliğinin giderek yakın çevreleriyle sınırlı olacağı anlaşılıyor.
Küresel liderlik iddiasını sürdüren ABD şimdi de, adeta her üçü adına, Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı mücadele veriyor ve bunun için bedel ödemeye devam ediyor.
Rusya kaybettiğine inandığı nüfuzunu yakın çevresinde gerçekleştirdiği doğrudan veya dolaylı müdahalelerle kazanmaya çalışıyor ama o da bir bedel ödüyor.
Çin ise, küresel gündemdeki hiçbir soruna taraf olmayarak, ekonomik/stratejik yatırımlara odaklanarak güçlenmesini sürdürüyor ve bunu yavaş yavaş çevresine hissettiriyor.
Bu üç gücün ortak tehditlere karşı ortak tutumlar geliştirip geliştiremeyeceklerini ise zaman gösterecek.

———————————————————————————————-

(*) 18 Mayıs 2014 tarihli ve “Küresel Denge ve Baş Aktörleri-2:Çin” başlıklı yazı.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s