22 Eylül 2014
Birleşmiş Milletler 69. Genel Kurulu 16 Eylül 2014 tarihinde resmen başladı. Ancak uluslararası kamuoyunun dikkati daha çok, heyet başkanlarının Genel Kurul kürsüsünden dünyaya hitaben yaptıkları konuşmalar üzerinde yoğunlaşmakta. Bu konuşmalar ise 24 Eylül Çarşamba günü başlayacak. Örgütün 193 üyesinin uluslararası gündeme ilişkin değerlendirmeleri, çözüm önerileri çoğu kez devlet ve hükümet başkanlarının ağzından medya aracılığı ile dünyaya duyurulacak. Bunun yanında, bazıları bu konuşmalar kadar önemli, bazılarının gerçekleştirilmiş olması bile kendi başına bir mesaj oluşturan sayısız ikili görüşme yapılacak. Açık söylemlerle kapalı kapılar ardındaki temaslar bir bütün oluşturacak.
69. Genel Kurul, uluslararası toplumun gerçekten zorlu meselelerle karşı karşıya bulunduğu kritik bir dönemde gerçekleştiriliyor. Bunların bir bölümü, fakirlikle mücadele, sürdürülebilir kalkınma, iklim değişikliği gibi BM’nin on yıllardır üzerinde durduğu konular. Bu defa Ebola salgını da bunlara eklendi. Bir diğer bölümü ise, günümüzün acil sorunları olan siyasi ihtilaflar, savaş ve çatışmalar. Bunların da bir kısmı yıllardır gündemde. Ama bu defa öne çıkanlar, son dönemde önemli can kaybına neden olan Ukrayna, IŞİD ve Filistin sorunları.
Ukrayna şu sırada inişli-çıkışlı bir ateş-kes süreci yaşamakta. Cumhurbaşkanı Poroşenko geçen hafta ABD’ni ziyaret etti. Kongre’ye hitapta bulundu. Askeri yardım istedi. Konuşması alkışlandı ama onun beklediği düzeyde bir askeri yardımın söz konusu olamayacağını herkes biliyor. Esas sorun, ayrılıkçı bölgelere tanınacak özerkliğin içeriği ve Rusya’nın Ukrayna’nın istikrarına hangi noktaya kadar destek vereceği, nerede duracağı olmaya devam ediyor.
İskoçya referandumu herhalde Ukrayna’dakiler dahil, dünyanın birçok yerindeki ayrılıkçıların sonucunu heyecanla beklediği bir olaydı. İskoçlar tercihlerini İngiltere’nin bütünlüğü içerisinde kalmak yönünde kullandılar. Çoğunluk “evet” demiş olsaydı savaş çıkmayacak ama yollar ayrılacaktı. Şimdi tartışılmaya başlanan İngiltere iktidar ve muhalefet liderlerinin İskoçya’ya Birlik’te kalması için yaptıkları vaadlerin ne ölçüde yerine getirilebileceği. Dolayısıyla İskoçya’ya ilişkin gelişmelerin, koşulları benzesin benzemesin, dünyanın çeşitli yerlerindeki ayrılıkçı hareketler tarafından yakından izleneceği söylenebilir.
69. Genel Kurul’da yapılacak konuşmalarda ve özellikle ikili görüşmelerde, Filistin, Suriye, Irak meselelerinin ve bunların oluşturduğu sorun piramidinin tepesindeki IŞİD’in en öncelikli yere sahip olacağında kuşku bulunmamaktadır. Eylül ayında BM Güvenlik Konseyi’nin geçici başkanlığını üstlenmiş olan ABD’nin de, Genel Kurul’un sunduğu geniş diplomatik temas zemininden de yararlanarak, IŞİD’e karşı uluslararası bir koalisyon oluşturmaya odaklanacağı anlaşılmaktadır.
Nitekim Dışişleri Bakanı Kerry, Güvenlik Konseyi’nin 19 Eylül tarihinde düzenlenen Irak toplantısında yaptığı konuşmada, IŞİD tehdidinin Irak halkını birleştirdiğini, yeni Irak hükümetinin ülkenin derin bölünmüşlüklerinin geride bırakılması için çaba göstermeye başladığını, IŞİD’e karşı oluşturulmakta olan uluslararası koalisyonun sadece askeri bir nitelik taşımadığını, bunun kapsayıcı, çok boyutlu ve uzun soluklu bir çaba olduğunu vurguladı. İyimserlik sergilemeye çalıştı. Koalisyona verilen destek bağlamında, Suudi Arabistan’a, Mısır’a, Avusturalya’ya, Almanya’ya, Fransa’ya, Katar’a, Japonya’ya, Yeni Zelanda’ya, Güney Kore’ye değindi. (Herhalde toplantıya katılan İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’e bakarak) “İran dahil bütün ülkelerin burada bir rol oynayabileceğini” söyledi. Türkiye’den, belki de rehine sorununa ilişkin hassasiyetimiz nedeniyle, söz etmedi.
Toplantıyı takiben yapılan başkanlık açıklamasında Irak hükümetine destek ifade edildi. IŞİD şiddetle kınandı. Terörizmin ancak bütün ulusların işbirliği ile ortadan kaldırılabileceği belirtildi. Bu bağlamda, IŞİD’in doğrudan veya dolaylı petrol satışlarından gelir sağlamasının önlenmesi çağrısında bulunuldu.
Vaşington IŞİD’e karşı uluslararası koalisyon oluşturma çabasına odaklanmış görünmekle birlikte, bu stratejinin başarı şansı tartışılmaya devam ediliyor. Burada en fazla üzerinde durulan iki husustan biri yeni Irak hükümetinin ülkenin tüm kesimlerini birleştirmekte kaydedeceği başarı, diğeri ise bölge ülkelerinin olası katkısı. Daha doğrusu, bu katkının içtenliği ve etkinliği.
ABD Kongresinin her iki kanadı, Başkan Obama’nın IŞİD’e karşı bir koalisyon oluşturma stratejisine, bu bağlamda Suriye muhalefetinin silahlandırılıp eğitilmesine genel destek verdi.
Oysa Obama, New York Times gazetesi yazarı Thomas Freidman’a Ağustos ayı başlarında verdiği mülakatta, “Laik Suriye direnişçilerini daha erken bir aşamada silahlandırsak durum daha iyi olmaz mıydı?” sorusuna yanıt olarak, “…direnişçilere hafif hatta ileri silahlar vermenin fark yaratacağını düşünmek hep bir hayal olmuştur. Doktorlardan, çiftçilerden, eczacılardan oluşan bir gücün, iyi silahlanmış, Rusya ve İran tarafından desteklenen devlet kuvvetlerine ve savaş tecrübesine sahip Hizbullah’a karşı durması, hiçbir zaman bir seçenek olmadı…” yanıtını vermişti.(*)
Şimdi de, IŞİD’in ortaya çıkışının yarattığı ilave karmaşa nedeniyle, kimin “ılımlı” kimin “radikal” olduğunun belirlenmesinin zorluğuna işaret edenler var.
ABD henüz Suriye’deki IŞİD hedeflerini vurmaya başlamış değil. Irak’taki hava akınlarının Bağdat hükümetinin bu yöndeki talebi nedeniyle uluslararası meşruiyete sahip bulunduğunu, ancak Suriye için bir Güvenlik Konseyi kararı gerekebileceğini düşünenler mevcut. Bu görüşleri göz ardı etmek kolay değil. Burada da sorulabilecek birçok soru var. ABD bu yola gittiği takdirde Rusya ve Çin nasıl bir tutum izler? Başkan Obama, IŞİD stratejisin Suriye ayağına ilişkin açıklamalarını yapmadan Moskova ve Pekin’de zemin yoklaması yapılmış mıdır? Ukrayna’daki gerilim buraya da yansır mı yoksa IŞİD Güvenlik Konseyini birleştirir mi? Rusya böyle bir girişime destek verirse bundan Esad yönetimi için avantaj çıkarmaya çalışır mı?
Bu ve benzeri birçok sorunun yanıtı Genel Kurul çalışmaları sırasında ortaya çıkmayabilir. Ancak, öyle veya böyle, karşılıklı tutumlar en azından biraz daha iyi anlaşılır. Her koşulda, terörizmle mücadelenin kolayca sonu gelmeyecek bir uğraş olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ben yaklaşık üç sene önce şu gözlemi yapmıştım:
“…Usame Bin Laden’in ölümünün El Kaide için sonun başlangıcı olup olmayacağı tartışılmaktadır. Örgüt büyük bir darbe almış olsa da bunu sağlamak kolay değildir. Zira Filistin-Afganistan-Irak üçgeninde, terörle doğrudan ilgili olmasa da, radikal görüşlere yatkın genişçe bir kesim, dolayısıyla belirli bir zemin hâlâ mevcuttur…”
Kimilerinin, en azından başlangıçta, bu tabloyu olumlu yönde değiştirmeye başlayacağına inandıkları Arap baharı ise maalesef bölgeyi daha da istikrarsızlaştırmış ve bu zemini genişletmiştir.
Genel Kurul toplantıları vesilesiyle birçok başka konu da gündeme gelecektir. Örneğin, Kahire’deki İsrail-Filistin görüşmelerinin bu hafta devam etmesi beklenmekle birlikte Filistin Ulusal Yönetimi’nin statüsünü güçlendirici yeni teşebbüslerde bulunup bulunmayacağı, Başkan Obama ile Cumhurbaşkanı Ruhani’nin ikili bir görüşme yapıp yapmayacakları ilgi ile izlenecektir. Rus yetkilileri bundan bir süre önce Cumhurbaşkanı Putin’in Genel Kurul’a katılmayacağını açıklamışlardı. Ancak Genel Kurul’un yine de ABD ile Rusya arasında önemli temaslara olanak vereceğini düşünmek yanlış olmaz.
Türkiye’ye dönecek olursam, kısaca söylenebilecek olan dış politikada çok sıkıntılı bir dönemden geçmekte olduğumuzdur. Bunda coğrafi konumumuzun önemli rolü vardır. Biz bir Portekiz veya İspanya değiliz. Sorunlar hep yanı başımızda. Ancak, izlenen yanlış politikaların sıkıntılarımızı katladığı da yadsınamaz. Bunların başında da, “Eset sendromu”nun çok yönlü olması gereken dış politikamızı bir saplantıya dönüştürmesi gelmektedir. Bu saplantı, Orta Doğu’daki gelişmeleri serinkanlılıkla değerlendirme yeteneğimizi, değişen koşullara uyum ve manevra kabiliyetimizi dibe çekmiştir. “Bütün kardeşlerimize açık” Suriye sınırında dün yaşanan ve uluslararası haber kanallarınca dünyaya yansıtılan tablo hoş değildir. “Zamanında Suriye muhalefetine yeterince askeri destek verilseydi bu böyle olmazdı…” söylemi de yanlışlarımızın içine atıldığı bir torbaya dönüşmüştür. Bunu artık geride bırakabilmeliyiz.
Aralarında meslektaşlarımın da bulunduğu 49 rehinenin sağ salim yurda dönmüş olmaları, abartılı siyasi gösteri boyutu bir yana bırakılacak olursa, hepimiz için büyük bir mutluluktur. Ancak bu gelişmenin, bölgesel konularda bize yönelen beklentilere artık daha net yanıtlar verme gereğini öne çıkardığını da unutmayalım.
69. Genel Kurul da, ne yazık ki öncekiler gibi, dünyanın birçok yerinde barışa özlem duyanların beklentilerine yanıt veremeyecek.
Carlotta Gall, 20 Eylül tarihli New York Times’da yayınlanan yazısında, Ukrayna’da çatışmaların cereyan ettiği bölgede yaşayan, dolayısıyla kimliğinin açıklanmasını istemeyen bir annenin kendisine şunları söylediğini naklediyor:
“Yaşadığımız ülkenin adının ne olduğu umurumda değil. Sadece barış istiyorum. Evimde gaz, su ve çocuklarıma okul istiyorum.”
Bu ifadeler herhalde çatışma bölgelerinde veya sığınmacı olarak yabancı ülkelerde çok çetin bir yaşam sürdürmek durumunda kalan milyonların da hissiyatını yansıtıyor.
_____________________________________________________________________________________
(*) 12 Ağustos 2014 tarihli ve “Başkan Obama ile Dış Politikada Ufuk Turu” başlıklı yazım.