2 Ekim 2014
Obama Yönetimi IŞİD’e karşı bir uluslararası koalisyon oluşturma çabasını sürdürürken, “bu noktaya neden ve nasıl gelindi?” sorusunu soranlara da rastlamak mümkün.
ABD yetkililerine bakılacak olursa koalisyona büyük destek var. Bazı Arap ülkeleri, bir süredir Irak’taki İŞİD hedeflerine düzenlenen hava akınlarına katılıyorlar. Hedefin iyi belirlenmesi, sivil halka zarar verilmemesi gibi savaş deneyimi gerektiren kriterler dikkate alındığında bu katılımın daha çok sembolik olması olasıdır. Batı ülkelerinden hava akınlarına katkı veren veya vermek isteyenler de var. Ancak bu katkılar şimdilik Irak ile sınırlı. Çünkü Bağdat yönetiminin hava akınlarına verdiği destek Irak bakımından uluslararası meşruiyeti sağlıyor. Suriye konusunda ise bu bağlamda bir açık söz konusu. Özetle, birçok iyimser beyana rağmen koalisyon konusunda yeterince güven yaratılabildiğini söylemek şu aşamada biraz zor.
Bugüne kadarki yazılarımda, Başkan Obama’nın IŞİD’le mücadele stratejisinde bölge ülkelerine ağırlıklı bir yer vermesini doğru bulduğumu ancak bölgedeki mezhepsel ve siyasi bölünmüşlüklerin bu yoldan netice alınmasını neredeyse olanaksız kıldığını dile getirdim. Elbette bir şeyler yapılıyor, belki zamanla daha fazlası da yapılacak ancak bölge ülkeleri, bu bölünmüşlüklerin aşılması için gerekli özeleştiriyi hiçbir zaman yapamayacaklar. Özeleştiri olmaksızın yanlıştan dönülemeyeceği için de sürekli yeni ve daha büyük sıkıntılarla uğraşmak durumunda kalacaklar. Kanımca IŞİD’le ve onun da ötesinde terörle, aşırılıkla mücadelenin geleceğinin güven veremeyişinin nedeni de bu.
ABD’de bir süredir IŞİD’in ortaya çıkışının bir istihbarat zafiyetinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı tartışılıyor. Kimileri, bu konuda Yönetim’e gerekli uyarıların zamanında yapıldığını ancak yeni bir askeri müdahale fikrine karşı duyulan derin tepkinin bunların ciddiyetle değerlendirilmesini engellediğini belirtiyor. 29 Eylül 2014 tarihli New York Times gazetesinde, Peter Baker ve Eric Schmitt imzası ile yayınlanan “IŞİD Tehdidinin Değerlendirilmesinde Yanlışlar” başlıklı yazıda, bir resmi yetkilinin şöyle dediği aktarılıyor:
“Amerikan askeri Irak’tan çekildikten sonra da, Bağdat’la terörle mücadele için ortak bir çaba başlatmak istedik ancak Iraklılar oradan ayrılmamızdan memnundu ve bunu reddetti. 2012’de Irak’ta ayda ortalama beş intihar saldırısı düzenleniyor ve bu büyük bir mesele olarak görülmüyordu. Bir yıl sonra Suriye iç savaşı Irak’a sirayet etmeye başlayınca bu sayı elliye çıktı. Birçoğumuz bunun çok büyük bir sorun olduğunu söyledik. Ancak Suriye politikasını şekillendirenler Esad’ı devirmeye öylesine odaklanmışlardı ki bunu göremediler bile.”
Kimileri de geriye bakıp ahkam kesmenin ve sorumluluğu birilerine yüklemenin rahatlığı içerisinde, Esad’a karşı “en başta kararlı davranılmamasının” IŞİD’in ortaya çıkışının temel nedeni olduğunu söylüyor. IŞİD’in ortaya çıkışının sorumlusu herhalde bir kişi, bir yönetim veya ülke olamaz. Ama bunu en fazla görmesi gerekenler, kuşkusuz Türkiye’nin de aralarında bulunduğu, bölge ülkeleri idi. Oysa görmediler. Gördülerse de umursamadılar. Belki de teşvik ettiler. Çünkü “Eset saplantısı” böyle bir şey…
Şimdi yine New York Times’in 25 Eylül 2014 tarihli nüshasında Ben Hubbard ve Anne Barnard imzası ile yayınlanan “Suriye Hava Akınlarının Çelişen Amaçları Obama’yı Zorluyor” başlıklı yazıdan bir cümle aktarayım:
“… Yeni Irak Başbakanı Haydar el-Abadi New Yok’da verdiği bir mülakatta, Amerika’nın öncülüğünde gerçekleştirilen hava akınlarının hedefinin Suriye hükümeti olmadığı yolunda bir özel mesajı, Vaşington adına, Esad’a ilettiğini söyledi.”
Amerikalılar her vesileyle Esad’ın meşruiyetini yitirmiş biri olduğunu, kendisiyle işbirliği yapmadıklarını ve yapmayacaklarını söylüyorlar ama bildiğim kadarıyla kimse Haydar el-Abadi’yi yalanlamış değil.
Olay sadece IŞİD’den ibaret de değil. Amerikan hava akınlarının Suriye’ye de uzanması üzerine Al Nusra ABD’ni düşman ilan etti. Onlar da hem Esad Yönetimi hem de Hizbullah’la savaşmakta.
IŞİD ve Al Nusra benzeri birçok başka örgüt de Irak ve Suriye’de faal. Şimdi bunlara bir de Horasan Grubu eklendi.
Esasen Batılı ülkelerin en öncelikli sorunu Batı’dan cihada katılmak üzere Irak ve Suriye’ye gitmiş Müslüman vatandaşlarının geri dönmeleri ve döndüklerinde terör eylemleri gerçekleştirmeleri olasılığı.
Hava akınlarıyla neticeye ulaşmanın güçlüğü muvacehesinde IŞİD’le mücadelenin temel ayağı, yerel kuvvetlerin güçlendirilmesi olarak belirlenmiş görünüyor. Bunun da anlamı Irak’ta Silahlı Kuvvetlerin ve Peşmerge güçlerinin takviyesi, Suriye’de ise “ılımlı muhalefetin” eğitimi ve donatılması.
Irak’ta bu çabanın başarıya ulaşmasının önkoşulu, ülkenin bütün kesimlerini birleştirmesi beklenen el-Abadi hükümetinin bu beklentileri zamanlıca karşılaması ve böylelikle Sünni kabilelerle IŞİD’in yollarını ayırmalarına zemin sağlamasıdır.
“Eğit donat” olarak adlandırılan programlar ilk kez Yugoslavya’nın bölünme sürecinde büyük kıyımlara uğrayan Boşnaklara destek vermek amacıyla uygulamaya konulmuştu. Bu tür programlar “ılımlı Suriye muhalefetine” bir öz savunma katkısı sağlayabilir ancak kendi başına Esad iktidarın devrilmesini sağlayamaz.
TBMM bugün “…Irak ve Suriye’deki tüm terörist örgütlerden ülkemize yönelebilecek saldırıları bertaraf etmek ve kitlesel göç gibi diğer muhtemel risklere karşı güvenliğin idame ettirilmesini sağlamak, kriz süresince ve sonrasında hasıl olabilecek gelişmeler istikametinde Türkiye’nin yüksek menfaatlerini etkili şekilde korumak ve kollamak, gelişmelerin seyrine göre ileride telafisi güç bir durumla karşılaşmamak için süratli ve dinamik bir politika izlenmesine yardımcı olmak üzere, hudut, şümul, miktar ve zamanı Hükümetçe takdir ve tayin olunacak şekilde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin gerektiği takdirde sınır ötesi harekat ve müdahalede bulunmak üzere yabancı ülkelere gönderilmesine ve aynı amaçlara yönelik olmak üzere yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına, bu kuvvetlerin Hükümetin belirleyeceği esaslara göre kullanılması ile risk ve tehditlerin giderilmesi için her türlü tedbirin alınmasına ve buna imkan sağlayacak düzenlemelerin Hükümet tarafından belirlenecek esaslara göre yapılmasına…” bir yıl için onay verdi.
Tezkere dediğimiz bu. Ancak bir de bunu TBMM’ne sevk eden, işin gerekçesini ortaya koyan bir Başbakanlık yazısı var. O yazı ise neredeyse “Eset’le başlayıp Eset’le bitiyor”. Görünen o ki Hükümetin temel hedefi IŞİD’le mücadeleden çok Esad’ın devrilmesi olmaya devam etmektedir.
Tezkere, niyet bu olmasa bile, Suriye politikamızın yanlışlarını da ortaya koymaktadır. Metinde “kitlesel göç” riskinden söz ediliyor. Bugüne kadar izlediğimiz “açık kapı” politikası nedeniyle 1,300,000’i aşkın Suriyeli esasen ülkemizde. Deniliyor ki, “o masum, muhtaç insanlara kapıları kapatmak bize yakışır mıydı?” Hayır, yakışmazdı. Ama Türkiye’nin çok daha uzun bir süre, hatta bugüne kadar Suriye’de uzlaşıya ısrarla destek vermesi iç çatışmanın bu denli şiddetli, göçün bu denli büyük olmasının önlenmesine yardımcı olabilirdi. Belki Şam yönetimini ve Suriye muhalefetini ikna ederek Suriye topraklarındaki bir ara bölgede insani yardım sunmamıza imkan sağlayabilirdi. Şimdi bunu çatışma riskini de göze alarak yapmaya çalışmamıza gerek kalmayabilirdi. Terör örgütleri sınırlarımızda bu denli etkin olamazdı. Resmi görevlilerimizi rehin alamaz, Süleyman Şah türbesini tehdit edemezdi.
Tezkerede “süratli ve dinamik bir politikadan” söz ediliyor. “Süratli” sıfatının bir politikayı tanımlamak üzere kullanıldığına bugüne kadar hiç tanık olmadım. Bunun “dinamik” sözcüğü ile birlikte kullanılması beni kaygılandırıyor. Olası bir askeri bir müdahalemizin her koşulda Esad rejimine destek veren ülkelerden ciddi tepki görecek olması beni düşündürüyor.
Suriye ve Irak’a ilişkin gelişmeler birçok bilinmeyen içeriyor. Gerçekler hep bir sis bulutu arkasında. Niyetler belirsiz. Hesaplar karmaşık, çapraşık. Bölgenin geleceğine güven duymak, söylenenlere inanmak olanağı maalesef yok.
Biz, belki çok daha sınırlı bir göç dalgası dışında, bu tablonun parçası olmayabilecek tek bölge ülkesiydik. Oysa Türkiye şimdi, Tezkere’nin gerekçesini oluşturan yazıda, ”… anılan risk ve tehditleri artan oranda en fazla hisseden bölge ülkesi” olarak tanımlanıyor.
Bölgeye örnek gösterilen, demokrasi deneyimini derinleştirmek için gayret eden, AB ile katılım müzakereleri sürdüren, herkesle konuşabilen, sözüne kulak verilen, güvenilen, barış ve istikrardan yana olan Türkiye buraya nasıl geldi?