Dış Politikamızın Dünü ve Bugünü

(Bu yazı dostum Emekli Büyükelçi Yusuf Buluç’la birlikte kaleme alınmıştır.)
13 Temmuz 2014
Beş senedir, şöylece özetleyebileceğimiz bir söylem tekrarlanıyor:
“Türk dış politikası bugüne kadar ülkemizin potansiyelini yansıtamamıştır. Vizyonsuzluk, bekle-görcülük, çekingenlik, sahip bulunduğumuz ve köklerini (emperyal) geçmişimizden olan kudreti kavramadaki zafiyet dış politikamıza egemen olmuştur. Türkiye artık bu kısır döngüyü kıracak, bölgemize hükmeden/ önderlik eden/hizmet eden bir ülke olacaktır. Küresel roller üstlenecektir.”
Bir ülkenin, bir kurumun, bir küçük ölçekli işletmenin çağı yakalaması, hatta önüne geçmek için çaba göstermesi güzel bir şey. Ancak bunu yapmanın birinci adımı geçmişi karalamak, geçmişin birikim ve kazanımlarını yok saymak olmamalı. Ziya Paşa’nın “ayinesi iştir kişinin söze bakılmaz” ifadesinde dile getirdiği üzere, bir ilerlemeden, olumlu değişimden söz edilecekse bu somut verilerle ortaya konulmalı. Unutmayalım ki tarih her şeyi görür ve sonunda yargısını verir. Tarihi kandırmak olanaksızdır.

Siyaset kulvarları arasında gösterişe, retoriğin özün önüne geçmesine, abartıya hiç izin vermeyeni dış ve güvenlik politikasıdır. Aksi takdirde dostlarınızı kaybeder, düşmanlarınız tarafından da cezalandırılırsınız. Burada hata ve maceracılığın yeri yoktur.
Bu, dış politikada retoriğin hiç yeri olmadığı anlamına gelmez. Politikanın takdimi, bir başka deyişle vitrin düzeni, doğru mesajlarla yapıldığında özü takviye eden bir katkı teşkil edebilir. Burada ölçü, sahadaki diğer oyuncuların her an izledikleri gücünüzü ve jeopolitik gerçeklerinizi aşmamak, daha açık bir deyişle, reklam panosu ile tezgah arasındaki uyumu korumaktır. Zira ölçüyü kaçırdığınızda katlanmanız gerekecek en hafif sonuç etrafınızdakilerin tebessümüdür. Daha ağırı ise, rekabetçi ilişkiler içerisinde olduğunuz sahadaki diğer oyunculara zafiyetlerinizi, yumuşak karnınızı sergilemenizdir ki bu hemen refah ve güvenliğiniz aleyhine istismar edilir.
Bir imparatorluğun varisi olmak, taşınması kolay olmayan bir bagajdır. Bu birikimi, imparatorluğu ihya etmeyi hedefleyen bir irredantizm, çökertenlerden öç alma heveslisi bir revanşizm anlayışıyla kullanmaya kalkanlar hüsrana uğramışlardır. Dünya değişmiş, güç dengeleri, denklemleri ve bunları şekillendiren kuvvet unsurları ve ortaklıklar farklılaşmıştır. Aksine bu birikimden tarih bilgisi, analiz yeteneği, diğer oyuncuları geçmişleriyle tanımak, bürokrasinin devamlılığı gibi alanlarda istifade edebilirseniz, bunu mukayeseli bir üstünlüğe, avantaja dönüştürebilirsiniz.
Şimdi, şu karalanan geleneksel dış politikamızın ve son beş yılın ülkemizi nereye getirmiş olduğuna somut örneklerle bakalım.
Türkiye, Atatürk’ün önderliğinde verdiği Milli Mücadele ve Cumhuriyetin ilanını takiben gerçekleştirdiği devrimlerle dünya sahnesinde yeni bir kimlikle yerini aldı. Bu iki alandaki başarımız Türkiye’yi:
• Batı nezdinde farklı bir konuma taşıdı, saygınlık kazandırdı;
• Mazlum halklar için bir ümit ışığı oldu;
• Bölge ülkelerinde kalıcı bir imrenme duygusu yarattı.
Türkiye’nin dünya sahnesinde yeni bir kimlikle yerini almasına olanak veren 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması aslında Cumhuriyet diplomasisinin 30 Ağustos’udur. Ne var ki Cumhuriyet diplomasisi bununla yetinmedi ve 20 Temmuz 1936 Möntrö Sözleşmesiyle Boğazlar üzerindeki egemenlik sınırlamalarını kaldırmayı başardı. 30 Haziran 1939’da Hatay anavatana katıldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün siyasi/ekonomik/sosyal mirasını devralmış olan Türkiye, Milli Mücadele’nin yorgunluğunu da dikkate alarak, İkinci Dünya Harbi’nin dışında kaldı. Bu akılcı ve gerçekçi bir tutumdu.
1952’de NATO’ya katıldık. Böylelikle Batı dünyasının en önemli kurumsal yapısı ve tarihin en güçlü ittifakı içerisinde eşit haklara sahip bir üye olarak yerimizi aldık.
Türkiye olarak NATO’ya karşı daima dürüst olduk. İttifakın ilkelerini savunduk ancak ulusal çıkarlarımız gerektirdiğinde kişilikli davranmaktan geri kalmadık. 1974 Kıbrıs harekatı bunun en açık örneğidir.
NATO üyeliğimizin Batı ile ilişkilerimizde sağladığı avantajla, 1959’da bir ortaklık anlaşması için AB’ne müracaat ettik. 1963’de bu anlaşmayı imzaladık. 1987’de tam üyelik başvurumuzu yaptık. 17 Aralık 2004 Brüksel zirvesinde AB, Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin 3 Aralık 2005’de başlamasına karar verdi. Müzakereler bu tarihte başladı. Bana kalırsa Türkiye, iç siyasi gelişmelerin etkisiyle, AB yolculuğunda hep geç kaldı. AKP ile bir atak yaptı ama sonunda da işin ucunu bıraktı. Çünkü hükümet bu kadarını kendi amaçları bakımından yeterli gördü. Avrupa ülkeleri de geçmişin mirasını, ön yargılarını aşamadı; hep içten pazarlıklı davrandı.
Biz şunu tekrarlamaktan hiç bıkmayacağız: Türkiye’nin AB üyeliği projesinin karaya oturması sadece bizim için değil, AB için de, dünya için de büyük bir kayıptır. Zira amacına varabilseydi, bu, kültürlerarası barışın rakipsiz örneği olacaktı.
Uluslararası planda Türkiye için yapılan temel gözlem, ülkemizin stratejik bir konuma sahip bulunduğudur. Bu doğru bir gözlem olmakla birlikte, göz ardı edilmemesi gereken bunun iki tarafı keskin bir kılıç olduğudur.
Anadolu gerçekten, üç kıtanın birleştiği, denizlerin birbirine bağlandığı, kültürel katmanları zengin, askeri açıdan kritik bir alandır. Bu özellikleri ve çevresini değişik biçimlerde etkileme potansiyeliyle (örneğin güç, istikrar veya refah projeksiyonu) tarih boyunca stratejik hesapların odağında olmuştur. Bunun Türkiye bakımından bir artı teşkil ettiği kuşkusuzdur. Ancak, bir de madalyonun öteki yüzü vardır. Türkiye, uluslararası gündemin en üst sıralarında yer alan anlaşmazlıkları barındıran üç bölgenin ortasındadır: Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu. Son yirmi beş yıla bakacak olursak, Türkiye’nin, bu üç bölgede yaşanan sıkıntılar, çatışmalar nedeniyle, bunların çıkışında hiçbir sorumluluğu bulunmamasına rağmen, büyük bedeller ödediğini görürüz.
Beğenilmeyen geleneksel Türk dış politikasının temel ilkelerinden biri, bu tabloyu dikkate alarak çevreye istikrar yansıtmak, barışçı çabalara daima destek vermek, komşulara karşı hep olumlu bir yaklaşım içinde bulunmak, bunu somut tutumlara yansıtmak ve karşılık görüldüğünde yeni başlangıçlara hazır olmaktı.
Dış politikada özenle bağlı kaldığımız bir başka ilke, komşularımız arasındaki sorunlara, özellikle de Araplararası ihtilaflara taraf olmamaktı. Bu hem herkesle iyi ilişki içinde bulunmamıza hem de dostluğumuzun, desteğimizin aranır olmasına zemin hazırlamaktaydı.
Bulgaristan’la 1980’lerin ortalarında, Bulgar Yönetiminin zorla isim değiştirme uygulaması ile doruğa çıkan asimilasyon politikası komünizm sonrası dönemde terk edilince ilişkilerde beyaz bir sayfa açılmış, büyük bir gerilimi arkada bırakabilen iki ülkenin işbirliği yolunda nereye gidebileceklerinin başarılı bir örneği sergilenmiştir.
Suriye’nin, Abdullah Öcalan’ı bizim askeri baskımızla da, olsa ülkeden göndermesi sonrasında Şam ile yeni bir sayfa açabilmemiz kuşkusuz doğru olandı.
Yunanistan’ın Öcalan krizi sonrasında Türkiye ile diyaloga yanaşması, Marmara ve Atina depremleri sonrasında karşılıklı dayanışmanın sergilenmesiyle ilişkilerde bir rahatlamanın yaşanması, bunun birçok alanda işbirliğine yol açması, Ege sorunları elan çözülememiş olsa da, olumlu bir değişimin göstergeleri idi.
Bu üç örneğin en önemli ortak yanı, olumsuz tutumunu değiştiren tarafın komşularımız olmasıdır. Çünkü gerilim, çatışma isteyen biz değildik. Aynı yaklaşımla geçmişe sünger çekip beyaz bir sayfa açmakta da tereddüt göstermedik, iyi niyet sergiledik.
Bunlar, “sıfır sorun” yaklaşımının ortada olmadığı 1990’lı yılların kazanımlarıdır.
Bugünün tablosuna gelecek olursak:
Yunanistan’la Ege meseleleri, zaman zaman uçurulan “sonuca yaklaştık” balonlarına rağmen devam ediyor. Etmesi de anlaşılabilir, zira bunlar zor sorunlardır.
Suriye ve Mısır’la aramızda dostluk yerini husumete, çatışmaya bırakmıştır. Evet, savaşmıyoruz ama…
Irak politikamız anlaşılamaz hale gelmiştir.
İran’la, Suriye ve Irak iç savaşları nedeniyle farklı cephelerdeyiz.
Ermenistan’la ilişkilerimizde hiçbir ilerleme yoktur. Olmayabilir, ancak boş ümitler yaratılıp protokollere imza atılmasaydı daha doğru olurdu. Bizi, sözümüzün arkasında durmamakla suçlayanlara fırsat vermemiş olurduk.
Azerbaycan’la ilişkilerimiz, açıkça görülmese de, giderek Türkiye’deki iç gelişmelerin ve bölgesel politikalarımızdaki yanlışların gölgesinde kalmaktadır. Çünkü Baku için laiklik ilkesi, mezheplere eşit mesafede kalabilmek bizim sandığımızdan çok daha önemlidir.
Zamanında iyi ilişkiler içinde bulunduğumuz hatta Suriye ile arasında “kolaylaştırıcılık” yaptığımız İsrail’le ise ilişkilerimiz Mavi Marmara olayı nedeniyle dibe indiği izlenimini vermektedir. “İzlenim” diyorum zira Suriye ve Irak gibi son derece kritik iki konudaki tutumlarımız neredeyse tamamen örtüştüğü ve ikili ekonomik ilişkilerimiz de sağlam göründüğü için daha ihtiyatlı olmak ihtiyacını hissediyorum.
Beğenilmeyen geleneksel Türk dış politikası sütunlar üzerine bina edilmişti. Bunların başında Batı ile ilişkilerimiz gelmekte idi. Bunun da biri NATO/AB diğeri ABD olmak üzere iki ayağı mevcuttu. Bir başka sütun Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkileri idi. Dünya dengeleri daima dinamik bir nitelik gösterdiği içindir ki bu sütunlara yenilerini eklemek çabası vardı. Bu sütunların her birinin güçlü olması Türk dış politikasının başarısı için elzem telakki edilmekteydi.
Örneğin, karşılaştığımız tüm sorunlara rağmen, Türkiye’nin AB üyelik süreci bizi bölge ülkeleriyle münasebetlerimizde farklı bir konuma taşımıştır. Bölge ülkeleriyle ilişkilerimiz ise bize AB nezdinde güç vermiştir. Özetle, geleneksel Türk dış politikası bu sütunların asla birbirlerinin alternatifi olamayacakları, aksine birbirlerini desteklemeleri gerektiği anlayışıyla şekillendirilmekteydi.
Son beş yılda bu anlayış da terk edilmiştir.
ABD ile ilişkilerimizde güven yoktur.
AB süreci tükenmiştir.
Rusya ile bölgesel meselelerde ters cephelerdeyiz.
Bölge ülkelerinin hepsiyle sorunluyuz.
Küresel bir güç olmadığımız için Suriye ve Irak bütün enerjimizi tüketmektedir. İşin en üzücü yanı bu noktaya kendi tercihimizle gelmiş olmamızdır.
Beğenilmeyen geleneksel dış politikanın yerini, hiçbir akılcı dayanağı bulunmayan, Arap ülkelerinin geçmişten kaynaklanan duygu ve yaklaşımlarını, tarih öğretisini bir yana iten bir yeni Osmanlıcılık almıştır.
Müslüman Kardeşler hareketine sınırsız destek ile yeni Osmanlıcılık aynı potada birleştirilmeye çalışılmıştır.
Araplararası sorunlarda taraf haline gelinmiştir.
Bunların sonunda Türkiye yalnızlaşmıştır. Yalnızlığın da değerlisi, hele hele dış politikada, asla söz konusu değildir.
İddialı tutumlar, bölgesel gelişmelerin getirdiği sıkıntılar karşısında çaresizliğe dönüşmüştür. Tüm yapabildiğimiz birilerini suçlamaya indirgenmiştir. BM bu açıdan kolay hedef seçilmiştir. Ne de olsa BM neticede bir örgüt olup ABD, Rusya gibi bize anında yanıt vermek olanağına sahip değildir.
Esad’ı gönderme saplantısının bize pek çok yanlış yaptırdığı, yanlış atlara oynattığı uluslararası basında açıkça dillendirilmektedir.
Ancak belki de en vahimi, Türkiye sözüne güvenilir, beyanları ile eylemleri arasında tam uyum bulunan bir ülke olmak özelliğini yitirmektedir. Bu, kutuplaşma başta olmak üzere iç siyasetteki olumsuz gelişmelerle birleştiğinde uluslararası düzeyde Türkiye için olumsuz bir algı yaratmaktadır.
Oysa dış politika bir ulusa güvenlik ve refah kazandırmak, mevcut kazanımları sağlama almak için yapılır. Bu temel hedefleri göz ardı eden, daha da vahimi iç politikaya koltuk değneği anlayışıyla yapılan dış politika başarısız olur. Ülkeyi güvenlik ve refah kaybına uğratır.
Bugün Suriye halkına, “üç yılı aşkın bir süredir yaşadıklarının sadece bir kabus olduğu, gözlerini açtığında üç-dört yıl öncesine dönmüş olacağı” söylenebilse, bunu isteyeceklerin ezici çoğunlukta olacaklarına eminiz.
Keşke bize de Atatürk döneminin saygın, birlik ve beraberlik içindeki Türkiye’sine, o çok geride kaldıysa, AB ile tam üyelik müzakerelerine başladığımız 5 Aralık 2005’e dönmeyi isteyip istemeyeceğimiz sorulabilse…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s