Orta Doğu Senaryoları

27 Haziran 2014
Irak ve Şam İslam Devleti (İŞİD) savaşçılarının Irak’ta kısa sürede kaydettiği ilerleme, özellikle Irak ordusunun İŞİD karşısında silahı bırakıp kaçması, direnç gösterememesi genelde bir şok etkisi yarattı. Sonrasında da, böyle bir potansiyel tehdidin hayli zamandır bilindiği ancak Esad’ı devirme saplantısının yol açtığı “düşmanımın düşmanı benim dostumdur” anlayışının, bölgesel bölünmüşlüğün ve Irak’taki iç uyumsuzluğun önleyici tedbir alınmasını engellediği değerlendirmesi yapıldı.

Ben konuya ilişkin genel görüşümü zamanında şöyle ifade etmiştim:
“Usame Bin Laden’in ölümünün El Kaide için sonun başlangıcı olup olmayacağı tartışılmaktadır. Örgüt büyük bir darbe almış olsa da bunu sağlamak kolay değildir. Zira Filistin-Afganistan-Irak üçgeninde, terörle doğrudan ilgili olmasa da, radikal görüşlere yatkın genişçe bir kesim, dolayısıyla belirli bir zemin hâlâ mevcuttur…”

Anlaşılan, el Kaide kökenli bir örgüt olan İŞİD Suriye ve Irak’ta, durumundan şikayetçi olan, kendisini dışlanmış hisseden kesimlerde aradığı desteği bulabildi. Şimdi bu gelişmenin ışığında/karanlığında, geleceğe dönük bazı senaryolar gündeme getiriliyor.

Bunlardan ilki, Birinci Dünya Harbi sonrasında, Sykes-Picot Anlaşması temelinde şekillendirilmiş olan Orta Doğu coğrafyasının dini, etnik, mezhepsel fay hatlarını dikkate almadığı ve belki de değişmesi zamanının geldiği düşüncesini yansıtıyor. Suriye’de 160,000 kişinin hayatını kaybettiği mezhep savaşının, Irak’ın mezhepsel ve etnik kaynaklı ve şimdi İŞİD’in sahneye çıkışıyla keskinleşen bölünmüşlüklerinin böyle faraziyeleri davet etmesi anlaşılabilir. Nitekim benzer gelişmeler yakın tarihte Avrupa’da da yaşandı. Çekler ve Slovaklar uygarca yollarını ayırdılar. Yugoslavya ise kanlı bir iç savaş sonrasında parçalandı. Böyle bir öngörü, yani “parçalanma senaryosu” için şu aşamada söyleyebileceğim, işin bu noktaya varması halinde ki varabilir, Arap halkının bundan başta ABD olmak üzere Batı’yı sorumlu tutacağıdır. Çünkü parçalanmanın anlamı bölünerek küçülmektir ve “sorumluluğu dış mihraklara yükleyerek aklanma geleneği” bölge genelinde elan geçerlidir.

Bir başka senaryo, İŞİD’in veya onun ilham verdiği benzer grupların bölgede tutunmaları sonucu aşırılığın daha geniş bir zemine yayılması ve Orta Doğu’nun “Afganistanlaşması”dır. Bilindiği üzere Avrupa ülkeleri, buralardan savaşmak üzere Suriye ve Irak’a giden radikallerin geri döndüklerinde ciddi bir güvenlik sorunu yaratmasından kaygı duymaktalar. Aynı tehlike, üstelik istismara çok daha müsait bir ortamda, bölge ülkeleri için de geçerli. Oysa bölge ülkelerinin ortak özelliği çözüm üretme kapasitelerinin düşüklüğü ve soruna mezhep gözlüğü ile bakıyor olmaları. Dolayısıyla bu senaryoyu da yabana atmamak, zamanla hanedanların sarsılabileceğini, rüzgar ekenlerin fırtına biçebileceğini öngörmek gerekiyor.
İki senaryodan söz edilmekle birlikte bunların elbette birbirinden bağımsız olmadığını da kaydetmek gerek. Nitekim şu anda yaşanmakta olan bunların aynı potada birleşmesiyle ortaya çıkmış derin bir karmaşadır.

Esad rejiminin bir an önce gönderilmesini bekleyenler ümitlerini bir Amerikan askeri müdahalesine bağlamışlar bu olmayınca da Vaşington’u eleştirmişlerdi. Suriye’ye sınırlı bir müdahaleden dahi kaçınan ABD’nin, şimdi hızla yayılma eğilimi gösteren, Suriye ve Irak’ı aynı çatışma temelinde bütünleştirmekte olan, çok daha ileri boyutta bir karmaşaya geniş çaplı bir müdahalesi olanaklı görünmüyor.

Kimileri, “Suriye’ye zamanında müdahale edilmiş olsaydı işin bu noktaya varmayacağı …” görüşünde ısrarcılar. Çünkü zamanında Irak’ın işgaline karşı çıkmış olan Başkan Obama’nın Orta Doğu’ya yaklaşımının selefi Bush’unkinden farklı olacağını göremediler. Kendisinin 4 Haziran 2009 tarihinde Kahire’de İslam ülkelerine hitaben yaptığı konuşmada önceliği siyasi/diplomatik çözümlere vereceğini vurguladığını; 24 Eylül 2013’te BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmada ise, ABD’nin bir yandan bölgeye müdahaleye davet edilirken öte yandan burayı karıştırmakla itham edilmesindeki çelişkiye dikkat çekmesinin ne anlama geldiğini algılayamadılar. Daha da kötüsü, işin en başında kolları sıvayıp, “kendi bölgemizdeki bir çatışmanın yayılmasını nasıl engelleriz, uzlaşmayı nasıl sağlarız?” gibi soruları sormak ve askeri müdahale yerine siyasi/diplomatik çözümde ısrarcı olmak dururken, kısa vadeli bir hesapla ihtilafa taraf olmayı yeğlediler. Sadece Esad rejimiyle değil, barış ve uzlaşma arayışlarıyla da köprüleri attılar. Kötü bir sınav verdiler.

Bana göre bizim durumumuz en can sıkıcı olanı çünkü Başkan Obama, bütün bunlardan ve Arap baharı başlamadan önce, ABD dışına yaptığı ilk gezide Türkiye’ye de gelmiş ve 6 Nisan 2009 tarihinde TBMM’de yaptığını konuşmada şunları söylemişti:
Bu sabah, Cumhuriyetinizin kurucusu olan o müstesna kişinin kabrini ziyaret edebilmek benim için bir mazhariyetti. Tarihin akışını böylesine şekillendirmiş birine ait bu güzel bir anıt beni derinden etkiledi. Ancak şu da açıktır ki, Atatürk için inşa edilebilecek en muhteşem anıt sadece taş ve mermerden ibaret olamaz. Onun en büyük mirası Türkiye’nin güçlü, canlı, laik demokrasisidir…”

Obama’nın TBMM konuşmasının özü şu idi: Türkiye laik demokrasisi ile Müslüman dünya için bir örnek teşkil etmektedir. Türkiye bu konumunu güçlendirmeye devam etmeli, bölge ülkeleri de onu izlemelidir.
Oysa biz irtifa kaybettik.

ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Irak’taki yangını söndürmeye yönelik bölge turu çerçevesinde Amman, Kahire, Bağdat ve Erbil’i ziyaret etti. Daha sonra Brüksel’de Dışişleri Bakanımızla, dün de Paris’te Suudi Arabistan, BAE ve Ürdün Dışişleri Bakanlarıyla bir araya geldi. Bugün de Suudi Arabistan’a gideceği açıklandı.
Bu ziyaret ve temas dizisinin,
Birincisi, Bağdat’ta Irak’ın bütün kesimlerinin desteğini alabilecek bir hükümetin kurulması,
İkincisi, İŞİD’e karşı bir bölgesel koalisyon oluşturulması olmak üzere iki ayağı bulunduğu, bölge ülkelerinden Iraklı Sünni gruplar üzerinde olabilecek nüfuzlarını kullanmalarının istendiği anlaşılıyor.

Bu bağlamda, Bağdat’ta Irak’ın tüm kesimlerince benimsenebilecek bir hükümet kurulabildiği takdirde, İŞİD’in Iraklı Sünni aşiretlerle ve Suriye’deki yandaşlarıyla dayanışmasının kalıcı olamayacağı değerlendirmesinin yapıldığı da görülüyor.
Bu temelde doğru ancak olayların gerisinde kalınmış olması nedeniyle uygulama güçlükleri artmış bir yaklaşım.

Batı basınında İŞİD’in yükselişi, savaş yöntemleri, Başkan Obama’nın Irak’taki gelişmelere yaklaşımı, önündeki açmazlar, ABD’nin Maliki yönetimiyle ilişkisi, Irak ordusuna hangi koşullarda hava desteği sağlayabileceği gibi birçok konu mercek altına alınıyor. Ama bu yapılırken Irak ile Vaşington’un ötesine pek bakılmıyor. Rusya’nın Orta Doğu’da belirli bir ağırlığa sahip bulunduğu, Irak’taki gelişmelere yaklaşımı, neler yapabileceği, olası çözümlere nasıl katkı sağlayabileceği üzerinde duran neredeyse yok gibi. Rusya da bilinçli bir sessizlik içerisinde olduğu, adeta yardımcı olmaya davet edilmeyi beklediği izlenimini veriyor. ABD ve Rusya’nın çıkarları Orta Doğu’da karmaşanın ve aşırılığın önlenmesinde yatmaktadır. Ortada, Suriye kimyasal silahlarının tasfiyesine ilişkin başarılı bir işbirliği örneği vardır. Taraflar İran nükleer programı konusunda da aynı masa etrafındadırlar. Bunlardan hareketle, Ukrayna’da gerilimin düşürülmesine, en azından sorunun ertelenmesine olanak verecek bir formülün mutlaka bulunması ve ABD ile Rusya’nın Orta Doğu’da istikrar adına işbirliği yapmaları gerektiğini tekrarlıyorum.

Aksi yönde pek çok işarete rağmen, 23 Haziran günü Başkan Obama ile Cumhurbaşkanı Putin arasında yapılan Ukrayna konulu telefon görüşmesi umarım bu yönde bir adım olur.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s