8 Ocak 2014
Son yıllarda, ekonomik performansı, bazı tehlike sinyallerine rağmen, birçok AB ekonomisinden daha iyi düzeyde seyreden Türkiye’de, bunun da verdiği güvenle, “AB karşıtı retorik” olarak nitelendirilebilecek bir söylem başladı. Dersler verildi. Orta Doğu ve Suriye’nin dış politikanın odağı haline gelmesiyle AB süreci gündemden çıktı. Daha sonra dış politikada sonu gelmeyen yanlışların bir gündem değişikliğini dayatması üzerine tekrar eski defterlere dönüldü. Bu bağlamda, yeni bir müzakere faslının açılması ve “vize müjdesi” ile AB sürecinde bir canlanma olduğu izlenimi yaratılmak istendi. Maalesef, bu iki gelişme de göz boyamadan ibarettir. İşin doğrusu, AB’nin, Türkiye’nin tamamen başka bir yöne hızla ilerlemekte olduğunu gördüğü için kendini yeni bir fasıl açmaya mecbur hissetmiş olmasıdır. Üç buçuk yıl sonrası için verilen “vize müjdesi” ise AB bakımından, Arap baharının ve özellikle Suriye iç savaşının Avrupa üzerinde yarattığı göç baskısını hafifletme kaygısından kaynaklanmaktadır. Türkiye’de şu sırada, 200,000’i kamplarda olmak üzere 700,000 Suriyeli sığınmacı olduğu belirtiliyor. Bu bizim için de büyük bir sorun ama yanlışların bedelini ödemek zorundayız. Kaldı ki şimdi Türkiye’nin yeni bir “iç hesaplaşması” nedeniyle daha da olumsuz bir döneme girildi. Dolayısıyla tabloyu, “Türkiye-AB müzakere süreci derin uykuda” şeklinde nitelendirmek yanlış olmaz. “Derin uyku” diyorum çünkü her şeye rağmen o dört harfli tıp terimini kullanmaya içim elvermiyor.
Türkiye’de büyükçe bir çoğunluk AB’nin bize yönelik “karmaşık” hissiyatını “tamamen” Müslüman olmamızla izah etmektedir. “Karmaşık” sözcüğünün içerdiği olumlu/olumsuz unsurları, çelişkileri, duraksamaları, bunların göreceli ağırlıklarını bir yana bırakacak olursak, ”kısmen” bana göre daha uygun bir tanımdır.
Avrupalılar ise Türkiye’nin tam üyeliği önündeki sorunun kültür farkı olduğunu söylüyorlar. Bununla kastettikleri nedir? Din farkı mı? Bana göre büyük ölçüde öyle olsa da tamamen değil.
Daha açık bir deyişle, din farkının önemli bir engelleyici unsur olduğu ortada. Tarihin mirasını da buna ekleyelim. Ama olabildiğince serinkanlı biçimde bunun ötesine eğilmemiz gerek.
Kabul edelim ki bizim, “kuvvetler ayırımı”, “yargı bağımsızlığı” gibi demokrasinin temelini oluşturan kavramlara ilişkin anlayış ve uygulamalarımız, siyaset/ demokrasi kültürümüz Batı standartlarının gerisinde. Anayasa yazbozlarıyla bu açığı kapatmamız olanaksız. Eskiden, AB üyesi olamadığımız takdirde dahi “Kopenhag kriterleri”ni “Ankara kriterleri”ne dönüştürerek yolumuza devam etmek iddiasındaydık. Son yıllarda “kriter” sözünü neredeyse unuttuk. Bunun nedeni yerine getirmemiz gerekli başka bir kriterin artık kalmadığı mı?
Siyasi partilerimizde parti içi demokrasi yok. Farklı sesler işitildiğinde bu bir liderlik zaafı olarak telakki edilmekte. Parti disiplini bir noktaya kadar anlaşılabilir olsa da milletin vekillerinin, bir yasama dönemimde hiç değilse birkaç kez farklı görüşler ortaya koymaları bu kadar rahatsız edici bir şey mi olmalı?
Eski Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce sözde Ermeni soykırımının inkarını suç haline getiren ve ağır cezalar öngören bir yasa tasarısını parlamentoya sevk etti. Dönemin muhalefet lideri ve bugünkü Cumhurbaşkanı Hollande da buna destek verdi. Yasa Parlamentodan geçti ancak iktidar ve muhalefete mensup yeterli sayıda milletvekili ve senatör yasayı, iptal istemiyle Anayasa Konseyine götürdü. Konsey de yasanın Fransız hukukuna aykırı olduğu sonucuna vardı ve iptal kararı verdi. Bizde böyle bir şey düşünülebilir mi? Bizde farklı seslere verilen tepki genelde kapının gösterilmesidir.
Tabii biz, Türk düşmanlığı içeren bu girişimin başarıya ulaşamamış olmasından memnuniyet duyduk. Ama bunun aynı zamanda bir demokrasi dersi olduğunu göz ardı ettik.
Türk siyasetinin vazgeçilmez geleneği, siyasi liderlerin her gün bir, hatta birden fazla beyanat vermeleridir. Bunun amacı herhalde siyasi gündemi belirlemek veya gündeme egemen olmaktır. Ama kullanılan çatışmacı dille birleştiğinde bu gelenek halkı germekte, huzuru kaçırmaktadır. Kutuplaşmayı teşvik etmektedir. Parti grup konuşmalarının yapıldığı salı günlerini kaygıyla bekliyoruz. Buna “salı günü sendromu” diyenler haksız mı? Eleştiriye katlanma eşiğimiz neden bu kadar düşük? Gösterici başına biber gazı tüketiminde uygar dünyada kaçıncı sıradayız?
Son üç haftadan beri Türkiye’de artık iyice açığa çıkmış bir gerilim/çatışma yaşanmakta. Kavramakta, kendimize bile açıklamakta zorlandığımız bu karmaşayı AB’ne üyelik peşinde olan bir ülke olarak muhataplarımıza nasıl izah edeceğiz? Onlar bu hesaplaşmayı nasıl anlamalılar? Şifreli konuşmaları, statüsü belirsiz kişilerin verdikleri beyanatları, yargı erkine ilişkin tartışmaları, atama/görevden alma furyasını nasıl yorumlamalılar?
Bunlar siyasetle ilgili hususlar. Ama daha ötesi de var. Birkaç örneğe değinmekle yetineyim. Trafik kurallarına saygı konusunda hangi noktadayız? Kaldırımlarımız neden birkaç yılda bir yenilenmek zorunda? Ankara’nın Cinnah Caddesindeki kuruyan ağaçlar kimin umurunda? Bu ağaçlar son defa ne zaman budandı? Kadının statüsü konusunda neredeyiz?
AB tarafına baktığımızda her şey düzgün mü? Elbette değil. Finansal kriz, ekonomik krize, o da sosyal krize dönüştü. Çifte standartlar orada da var. Bunun çarpıcı örneklerini dış politikalarında görmek mümkün. Nitekim, iktidarları sallanmaya başlayan Arap liderlerinin Batılı dostları bir anda onların hasmına dönüşüverdi. Eski kucaklaşmalar unutuldu. Müzakere sürecinde Türkiye’ye daha içtenlikli davranılamadı. Ancak orada, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, seçim sonuçlarının sınırsız bir iktidar gücü sağlayıp sağlamayacağı tartışılmıyor. “Hukukun üstünlüğü” denildiğinde herkes “kendi hukukunu” anlamıyor.
Netice şu ki bir kültür farkı elbette var. Ancak samimi kanaatim, siyaset alanında doğru kulvarda kalmış olabilseydik diğer farklılıkların aşılmayacak bir engel teşkil etmeyeceği idi. Oysa bunu bir türlü beceremiyor, siyasi gerilim ve karmaşayı geride bırakamıyoruz. Demokrasiyi özümseyemiyoruz. Her defasında, ama her defasında bize ümit bağlayanları yanıltmakta, AB içindeki muhaliflerimizi haklı çıkarmakta, sevindirmekte direniyoruz.
Deniyor ki, “Türkiye bu bunalımdan daha da güçlenerek çıkacakmış.” Doğrusu bu büyüme teorisini/modelini pek kavrayamadım.
Umarım ülkemizin hikayesi, Yunan mitolojisindeki “Sisifos”un öyküsünden farklı olur. O’na verilen ceza, büyük bir kayayı bir tepenin doruğuna çıkarırken elinden kaçırıp tekrar başlamaktı, ama sonsuza dek…
Herhalükarda, Türkiye’nin AB üyeliğinin iki taraf için de büyük yarar getireceğine ve kültürlerarası barışa en büyük katkıyı oluşturacağına inanmış biri olarak sabırla bekleyeceğim. Hiç değilse gelecek nesiller için…