(Bu yazı dostum ve meslektaşım Emekli Büyükelçi Yusuf Buluç’la ortaklaşa kaleme alınmıştır.)
5 Ocak 2014
Türkiye’nin güvenlik sorunları daima yoğun ve çok boyutlu olmuştur. Soğuk savaş döneminde Türkiye NATO’nun güney kanadında önemli sorumluluklar üstlenmişti. Buna karşın İttifakın güvenlik desteğini sağlamış ve Batı’nın en güçlü siyasi/diplomatik kurumunda eşit haklara sahip bir üye olarak sesini duyurma olanağına kavuşmuştu.
Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Türkiye kendisini üç çatışma alanının ortasında buldu. Eski Yugoslavya’nın dağılma süreci bizi on yıldan uzun bir süre meşgul etti. Balkanlar Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapısı olduğu için ticaret, ulaşım ve haberleşme aksadı. Binlerce göçmen ülkemize geldi. Kafkasya’daki sorunlar, özellikle Azeri-Ermeni ihtilafı benzer sorunlar yarattı. Nihayet, Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgali ile başlayan Irak sorunu Türkiye’nin güvenliği, ticareti, petrol alımları ve yatırımları bakımından elan devam eden sıkıntılara neden oldu.
Türkiye bu sorunların hiç birinin ortaya çıkışında sorumluluk sahibi değildi; sadece coğrafi konumunun bedelini ödedi. Ancak, kendi başına veya başkalarıyla işbirliği içinde hasım taraflar arasında diyalogu teşvik yönünde çaba göstermekten geri kalmadı. Barışı koruma operasyonlarına katıldı; insani yardımda bulundu.
Diğer yandan, komşularımız, Bulgaristan, Yunanistan Suriye ile ilişkilerde ise önemli kazanımlar sağlandı.
11 Eylül saldırıları dünya gündemini dramatik biçimde değiştirdi ve bunun Türkiye için de sonuçları oldu. Ekim 2001’de ABD ve İngiltere Taliban’a karşı ortak operasyona başladılar. Afganistan’a istikrar getirme çabasını daha sonra NATO üstlendi. ABD, Mart 2003’de Irak’ı işgal etti. Türkiye tekrar sınır ötesi depremin sarsıntılarını hissetmeye başladı. El Kaide ve onunla ilişkili örgütler, Afganistan’dan sonra Irak’ta kendilerine hareket alanı buldu.
Soğuk savaş döneminin çatışma alanı esas itibariyle ideolojik idi. Kullanılan araçlar, ikincisi daha ağırlıklı olmak üzere, siyasi/askeri nitelik taşımaktaydı. Bir tarafta NATO vardı, diğer tarafta ise Sovyetler Birliği ve onun Varşova Paktı üyeliğine zorlanmış müttefikleri. Tehdit önemli olsa bile tanımlanması daha kolaydı. 11 Eylül saldırılarından sonra ise dünya kendisini, siyaset, yönetim biçimi, gelenek, din, mezhep, etnik köken, terör gibi birçok unsuru barındıran bir kültür ayrışması içinde bulmuştur. “Arap baharı” olarak adlandırılan değişim hareketinin geniş bir alanda hızla kanlı bir iktidar ve mezhep savaşına dönüşmesi bu ayrışmayı daha karmaşık hale getirmiştir. El Kaide ve benzeri örgütlerin hareket alanlarını Irak’tan sonra Suriye, Lübnan gibi ülkelere genişletmesine, Afrika’nın derinliklerine uzanmasına olanak sağlamıştır. Dolayısıyla, mensubu olduğumuz NATO’nun, NATO üyesi ülkelerin tehdit algılaması da değişmiştir. NATO bugün artık Avrupa’da bir cephe saldırısı olasılığıyla değil, yerel çatışmalarla, asimetrik tehditlerle ilgilidir. “Asimetrik tehdit” ise şöyle tanımlanmaktadır: “ konvansiyonel olmayan (yani alışılmadık) yöntem ve araçlarla hasmının zaaflarından yararlanarak onun gücünü kırmak veya yok etmek.” Bunların başında da uluslararası terör gelmektedir. Öngörülen en kötü senaryo ise kitle imha silahlarının bu tür örgütler eline geçmesidir.
Türkiye konumunda bir ülke, Soğuk Savaş sonrası dönemde gördüğümüz üzere, güvenlik sorununa sadece küresel bir tanımla bakmak lüksüne sahip değildir. Bazen biraz da gururla değindiğimiz stratejik konumumuz aslında iki tarafı keskin bir kılıçtır. Dolayısıyla Türkiye, ulusal güvenlik perspektifinde öncelikle bulunduğu bölgeyi dikkate almak durumundadır. Esasen, küresel güvenliği ilgilendiren sorunların çoğu da Türkiye’nin yakın çevresinden kaynaklanmaktadır. Örneğin ABD Dışişleri Bakanı Kerry bir numaralı dış politika sorunlarının İran’ın nükleer programı olduğunu ifade etmektedir. Bizim de bu meselede her türlü olasılığa hazır olmamız ama öncelikle bir uzlaşıyı desteklememiz gerekmektedir. Sözümüzün dinlenmesinin iki koşulu ise, içerde demokrasi/istikrar, dışarıda ise bir dost çevresidir.
Türkiye eskiden bu durumun idraki içerisinde çevresinde bir barış ve istikrar kuşağı yaratmaya soyunmuştu. Yukarıda işaret ettiğim üzere, komşularımızla ilişkilerimizi karşılıklı çıkar zemininde geliştirmek için çaba gösteriyor ve sonuç alıyorduk. İsrail ile Suriye arasında “arabuluculuk” değilse bile diplomaside “kolaylaştırıcılık” olarak nitelendirilen bir çabamız vardı. Irak bunalımı kapımıza dayandığında “Irak’a komşu ülkeler sürecini” başlatmıştık. Dışişleri Bakanlığının resmi internet sitesinde bu girişime şöyle değinilmiş: “Türkiye’nin girişimiyle Irak’ın işgalinin hemen öncesinde başlatılan ve son toplantısı 2008 yılında yapılan ‘Irak’a Komşu Ülkeler Süreci’ ilk etapta Irak’ın komşularının, ardından ilgili ülke ve uluslararası kuruluşların Irak’a yönelik çabalarının eşgüdümü ve bu ülkede istikrarın tesisine katkıda bulunulması bakımlarından önemli bir işlev görmüştür.” Bunun ötesinde, Afganistan’daki, Lübnan’daki barışı koruma operasyonlarında görev üstlenmiştik. Afganistan’la Pakistan arasındaki sorunların aşılabilmesi için onlara bir dostluk ortamında görüşme olanağı sağlamaya çalışıyorduk. Çevremizde oluşacak bir barış ve istikrar kuşağının gelişmekte olan ekonomimiz için yeni olanaklar yaratabileceğini, bir enerji nakil merkezine dönüşme çabamızı destekleyeceğini görüyorduk. Birçok bölgesel sorunun temelinde demokrasi açığının yattığının bilincine varmış gibiydik. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Dışişleri Bakanı sıfatıyla Mayıs 2003’te Tahran’daki İslam Konferansı Örgütü Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda yaptığı ve İslam dünyasına reform çağrısında bulunduğu konuşma, hem Doğu’da hem de Batı’da büyük yankı uyandırmıştı. Üstelik bütün bunlar, mensubu olduğumuz NATO’nun, Batı dünyasının ve çevremizin ümit ve beklentileriyle uyumlu idi. Bir başka deyişle, küresel ve bölgesel güvenlik gündemleriyle kendi güvenlik kaygılarımız arasında, en azından Türkiye açısından, bir bütünlük yaratmayı, “Irak’a Komşu Ülkeler Süreci” örneğinde görüldüğü üzere, önemli küresel oyuncuların da destek verdiği bir tür koalisyon kurmayı başarmıştık.
Son yıllarda bu tablo değişmiştir. Bunları tekrar madde madde sıralamaya gerek yok zira nereden nereye geldiğimiz iddialı söylemler arkasına saklanamayacak biçimde ortadadır. Bugün kiminle, hangi konuda bir barış ve istikrar koalisyonu kurabiliriz? Ancak Suriye sorununa taraf oluşumuza, özellikle bir boyutuyla tekrar değinmemiz gerekiyor.
El Kaide ve onunla ilişkili veya ondan ilham alan örgütlerin Irak ve şimdi Suriye’de yayılmaları Türkiye için de ciddi bir sorundur. Patriot füzelerinin NATO tarafından güney sınırımızda konuşlandırılmasıyla ilgili iki görüş var. Bunlardan birincisi, bu füzelerin esas itibariyle Kürecik radarını korumak amacıyla Türkiye’ye gönderildiğidir. Hükümetin itibar ettiği ikinci görüş ise, bunların Suriye’den Türkiye’ye yönelecek bir füze tehdidine karşı konuşlandırıldığıdır. Kanımızca bu konudaki gerçeğin ne olduğundan, buna ilişkin takdim/görüş farklılığından çok daha önemli olan el Kaide ve benzeri örgütlerin Irak ve Suriye’de fiilen zemin kazanmasıdır. Bu sorunu, NATO’nun Patriot füzeleriyle aşmamıza olanak da yoktur.
El Kaide’nin öteden beri Irak’ta faaliyet gösterdiği biliniyor. Ancak son zamanlarda Anbar eyaletinde belirli alanları ele geçirdiği, özellikle Sünni muhaliflerin geleneksel direniş noktalarından biri olan Felluce’yi kontrol altına aldıkları yolunda haberler var. Bu durumu, Maliki yönetiminin terörle mücadele ederken geniş Sünni kesimleri karşısına almış olmasıyla izah edenler mevcut. Bunun yanında bazı Sünni grupların ise hükümet güçleriyle birlikte radikallere karşı mücadele verdiği de belirtilmekte. Suriye’de de durum farklı değil. Ülke dışından gelen cihadist gruplara destek verenler olduğu gibi onlara karşı olanlar, bu grupların “Esad’a karşı muhalefeti” çalmak istediğini, böldüğünü düşünenler de mevcut.
Uluslararası basın yaklaşık bir senedir radikal grupların Suriye’nin kuzeyinde, yani Türkiye sınırının ötesindeki geniş bir alanda hakimiyet tesis ettiklerini yazmakta. Daha sonra bunlara, söz konusu gruplara Türkiye’den destek verenlerin de olduğu yolunda haberler geçilmeye başlandı.
“Esad’ı göndermek” saplantısı, bizim bu gibi gruplara karşı esneklik göstermemiz noktasına vardıysa bu yapabileceğimiz en büyük yanlıştır. “Terörün dini, mezhebi, milliyeti, etnik kökeni yoktur, terör terördür…” söylemiyle de bağdaşmaz. Türkiye sonunda kendisine de yönelecek bu güvenlik tehdidini bertaraf etmek için elindeki tüm olanakları seferber etmelidir. Müttefiklerine güven vermelidir. Batı’nın Türkiye algısının giderek değişmekte olduğunu düşünenler, bunun gerekçelerini kendilerine göre izah edenler var. Bizde de herhalde buradan hareketle “dış mihraklara” yapılan göndermeler var. Yukarıda değinmeye çalıştığımız görüntü Batı ile ilişkilerimizde en fazla kırılma yaratacak bir sorundur. Başkan Obama askeri müdahalelerin yanlış olduğunu, sorunların siyasi/diplomatik yöntemlerle çözümlenmesi gerektiğini söylüyor. Ancak ABD’de kuvvetle bunun aksini savunanlar da vardır. “Irak-Suriye İslam Devleti” (Islamic State of Iraq and Syria) Irak’tan Suriye’ye doğru etkinlik alanını genişletmeyi sürdürürse, bir süre sonra bölgenin yeni müdahalelere konu olması olasılığı gündeme gelebilir. Bu bizim için yeni sıkıntılar demektir.
Suriye meselesinde ardı ardına yanlış yaptık. Şimdi bunlara kesin bir son vermemizin, Cumhurbaşkanı Esad’ın peşini bırakıp tekrar barış ve istikrarın peşine düşmemizin zamanı gelmiştir. Onun kişisel geleceği uluslararası toplumun sorunudur.
Okuyucumuz yukarıdaki değerlendirmenin Türkiye’nin güvenlik denkleminde yer alması gereken bütün faktörleri eksiksiz şekilde irdelemediği eleştirisini yaparsa haksız olmaz.
Arap dünyasındaki başat rolü, içinde bulunduğu siyasi sarsıntıda gölgelenmiş gibi görünse de, aynı siyasi coğrafyada rekabet değil, kuracağımız işbirliği düzeni sayesinde birlikte kazanabileceğimiz Mısır’la ilişkilerimiz de doğal olarak bu denklemin unsurları arasındadır.
Türkiye’nin güvenliğinin ele alındığı bir incelemede Rusya Federasyonu ile ilişkilerimizin kapsama alanı dışında bırakılması ciddi bir eksiklik olur. Kestirme bir ifadeyle, Türkiye-Rusya ilişkileri şimdilik her iki tarafın pragmatik yaklaşımı sayesinde siyasi ve ekonomik boyutlarında ayrı raylarda seyreden trenlere benzemektedir. Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Putin becerikli birer tren makinisti olsalar da, rayların ileride çakışıp trenlerin yoldan çıkmayacaklarının garantisi yoktur.
İran’ın bu denklemdeki ağırlıklı varlığını görmezden gelmek güvenlik hesaplamasını bilmemekle eş değerdedir. İran’la aramızda yaklaşık 400 yıldır barış şartlarının hakim olduğu söylemi kulaklarda hoş bir seda bıraksa da, aramızdaki ilişkinin bünyesinde barındırdığı keskin rekabet öğelerinin ihmal edilmesi ihtiyatsızlık sayılmalıdır. İran’ın nükleer programı konusunda sürmekte olan müzakerelerin başarılı olması halinde, on yıllardır yaşadığı siyasi yalıtılmışlıktan kurtulup uluslararası düzende hak ettiği yeri almasının, Türkiye’nin bölgesel ve bölge ötesi güç hesaplarında bazı ayarlamaları gerekli kılacağını öngörmemiz ve nükleer eşikteki varlığı zımni meşruiyet kazanmış bir İran’la da verimli ilişkiler yürütebilmeyi mümkün kılacak siyaset zeminini oluşturmamız gerekir.
Siyasi gücünü ve istikrarını ekonomik büyümesinin kesintisiz ve mümkünse hızlanarak sürmesine bağlamış olan Türkiye’nin güvenlik hesaplamasında önceliği ekonomik güvenliğine vermesi ve bunu yalnız enerji tedarikini güvenceye alan önlemlerle sağlayamayacağını, yatırım ve teknoloji açığını kapatacak ilişkiler ağını da sağlam tutması gerekeceğini kabul etmesi kaçınılmazdır.
Büyük ölçüde Türkiye’nin yakın çevresiyle sınırlı tuttuğumuz bu tabloyu kendi ölçüleri içinde değerlendirecek okuyucunun kendisine sorması gereken soru, “Bugün önceki yıllara nazaran daha güvende miyim?” olmalıdır. Korkarız ki bu sorunun yanıtı olumlu olmayacaktır “Milli irade”nin bu yöndeki değerlendirmesini ihmal etmek yerine, güvenlik eksikliklerini giderecek önlemleri almak Hükümetin temel sorumluluğu olmalıdır.