İran Nükleer Programı: Uzlaşmada Bir İleri Adım Daha

12 Ocak 2014

Bundan yaklaşık iki yıl önce İran hakkında şunları yazmıştım:

İran Yönetiminin dünya kamuoyuna dönük söylemi ne olursa olsun, nihai amacının nükleer silah imali olduğunu, en azından bu açıdan opsiyonlarını açık tutmak istediğini düşünmeye daha yatkınım. Zaten nükleer kulübe girmek demek, binlerce nükleer başlık üretip, bunları füzelere yerleştirip konuşlandırmak da değildir. Başarılı bir nükleer deneme yapıp bu yeteneğe sahip olduğunu kanıtlamak uzunca bir süre için yeterlidir.

 “İran, zengin bir tarihi geçmişe sahip, potansiyeli olan, stratejik konumu önemli bir ülkedir. Otoriter bir yönetime sahiptir. Sadece günümüzde değil daha önceleri de iddialı bir ülke idi… Nükleer silahları, bölgesel ağırlıklarına güç katacak bir unsur olarak gördüklerini; tehdit altında olduğunu düşündükleri rejimin bekasının nihai güvencesini nükleer silah sahibi olmakta bulduklarını düşünmekteyim.

 “… siyasi, iktisadi, kültürel, dini birçok motifi ulusal çıkar için böylesine inat ve maharetle kullanan bir ikinci ülke görmediğimi söyleyebilirim. Savundukları görüşlerden bağımsız olarak diplomasilerine saygı duymaktayım. Onlarınki, bizimkinden farklı, politikalarına daha uygun bir diplomasi ekolüdür.

 “Bana göre İran’ın eksiği, elindeki kozları nakde çevirmekte aynı başarıyı gösterememesi ve kendini farklı bir konuma taşıyamamasıdır. Bu yönde birkaç adım atabilse Batılıların İran’da yatırım projeleri için kuyruğa gireceğinde hiç kuşkum yoktur… (1)

Bir başka açıdan bakılacak olursak, bunlar şah yönetiminin devrilmesinden otuz sene sonra söylenmiş sözler. Geriye bakıldığında, İran devrimine neden “İran baharı” denilmediği de sorgulanabilir? Bunun yanıtını, devrimi gerçekleştirenlerin kimliklerinde, Batı ve özellikle ABD karşıtı tutumlarında ve o dönemde demokrasi söyleminin bugünkü kadar yaygın olmamasında bulmak mümkündür. Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, İran devriminin ürettiği demokrasi olmamıştır. Devrimi izleyen yıllarda İran’ın başlıca kaygısı rejimin bekasını sağlamak ve dayandığı dünya görüşünü çevresine ihraç edebilmekti. Türkiye bu açıdan, her türlü yöntemin denendiği öncelikli bir hedefti. Ancak bu tutum işbirliğine tüm kapıları kapatmamıştı. Ankara ve Tahran arasında, iki komşu ülke olarak, güven eksikliğine rağmen, belirli bir siyasi diyalog ve ekonomik işbirliği mevcuttu. Afganistan’a askeri müdahalesinden sonra ABD’nin de burada İran’la işbirliğinde bulunduğu biliniyor. Batı, bu otuz yılı, bir türlü gelmek bilmeyen iç reformları, İran’la arasındaki gerilimin düşmesini bekleyerek geçirdi. 1997-2005 yılları arasında iki dönem İran Cumhurbaşkanlığına seçilen Muhammed Hatemi kendisine bu açıdan bağlanan büyük ümitlere rağmen, bekleneni veremedi. Dini lider Ali Hameney,  muhafazakar çevresi ve destekçileri Cumhurbaşkanına reform için manevra alanı tanımadı.

Hatemi’i izleyen Mahmut Ahmedinejat döneminde ise ABD ve İsrail karşıtı söylem tekrar zirve yaptı. Diğer yandan, otoriter yönetim biçimi ve ekonomik sıkıntılar rejime yönelik eleştirileri arttırmaya devam etti. Gerçi Cumhurbaşkanı Ahmedinejat 2009’da dört yıllık ikinci bir dönem için tekrar seçildi ama seçimlerin dürüst biçimde yapılmadığına ilişkin iddialar ve muhalefete dönük baskılar gündemden düşmedi; yönetimi zaafa düşürdü. Bu arada, Batı tarafından uygulanmakta olan yaptırımların ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri daha fazla hissedilmeye başlandı.

Neticede 2012 seçimlerinde, “reformcu” olarak tanımlanan Hasan Ruhani,  dikkatle formüle edilmiş bir değişim programı vaadiyle Cumhurbaşkanlığına seçildi. Başkan Ruhani’nin içerde reform ve dış politikada revizyon konularında ne kadar başarılı olacağını görmek için beklemek gerekmektedir.

Ruhani yönetiminin dış politika ve güvenlik alanındaki ilk önemli girişimi, İran nükleer programı sorununu barışçı yöntemlerle aşmaya hazır olduğunu gösterecek bir müzakere zemini yaratmak olmuştur. Bu gelişme, Cumhurbaşkanı ile parlak bir kariyer diplomatı olan Dışişleri Bakanı Cevat Zarif ‘in şu aşamada sorunu diplomatik yöntemlerle aşmanın İran’ın çıkarlarına daha fazla hizmet edeceği kanısında oldukları; Obama yönetimi de kendileriyle ciddi bir müzakereye hazır olduğu izlenimini vermiştir.

Bu bağlamda, Başkan Obama’nın 4 Haziran 2009 tarihinde Kahire’de yaptığı ve İslam dünyasına hitap ettiği meşhur konuşmasında İran için ne söylediğini hatırlamakta yarar var. Başkan şöyle konuşmuştu:

“Bu sorun (İran’ın nükleer programı) Amerika Birleşik Devletleri ve İran İslam Cumhuriyeti arasında bir gerilim kaynağıdır. İran yıllardır kendisini kısmen ABD karşıtlığıyla tanımladı ve aramızda gerçekten fırtınalı bir tarih var. Soğuk savaşın ortasında ABD demokratik yollardan iktidara gelmiş bir İran hükümetinin devrilmesinde rol oynadı. Bu tarihin bilinen bir gerçeğidir.  Ama ben, İran yöneticilerine, ülkemin tarihe saplanıp kalmak yerine ileriye gitmek istediğini açıkça duyurdum. Bugünün sorusu artık İran’ın neye karşı olduğu değil nasıl bir gelecek inşa etmek istediği olmalıdır…”

Kanımca Tahran’la diyalog arzusu bundan daha açık biçimde dile getirilemezdi. Ayrıca, bildiğim kadarıyla bu, ABD’nin Başbakan Musaddık’a karşı 1953’de düzenlenen darbedeki sorumluluğunun ilk kez açıkça kabulü idi.

Aşağıdaki paragraf bu darbenin sonuçlarını mükemmel biçimde özetlemektedir:

“Musaddık, ideoloji, sınıf ve inanç katmanlarının çoğunda ulusal bir kahramana dönüştü… Uzun vadede,  Musaddık’ın iktidardan uzaklaştırılma biçimi, İngiltere’nin bir önceki yüzyılda tanık olunan eylemleri gibi, Amerikan çıkarlarına, o dönemde sanıldığından çok daha fazla zarar verdi… 1951-1953 Döneminde yaşanan olaylar İranlıların çoğunluğunu Şah’tan uzaklaştırdı; en iyi ihtimalle daha sonra kendisine verilen halk desteğini tartışmalı kıldı…” (2)

Görünen o ki İran yönetiminin önünde iki seçenek bulunmaktadır:

  • Nükleer programa ilişkin çatışmacı tavrı, tüm siyasi/diplomatik ve ekonomik sonuçları göze alarak, aynen sürdürmek,
  • Nükleer programın, çok kapsamlı bir uluslararası denetim sistemi altında sürdürülmesine olanak verecek bir uzlaşıya yanaşmak; böylelikle programın barışçı niteliğini kanıtlamak; bunun siyasi/diplomatik ve ekonomik meyvelerini toplamak.

Birinci seçenek, özellikle seçim sonrası barışçı söylemlerden sonra biraz şaşırtıcı olur.

İkinci seçenek ise İran’a barışçı bir programa devam olanağını sağlayacaktır. Ekonomik yaptırımlara son verecektir. Orta Doğu’nun büyük bir karmaşa içinde bulunduğu ve tekrar “şekillendirileceğine” ilişkin spekülasyonların yapıldığı bir dönemde İran’ın bölgesel rolünü ve siyasi/diplomatik konumunu güçlendirecektir. Böyle bir gelişme ABD’ne de Orta Doğu’da rahat bir nefes aldıracak, Filistin, Suriye gibi başka sorunlar için ilave enerji sağlayacaktır.

Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesi ve Almanya ile (P5+1) ile İran arasında 24 Kasım 2013 tarihinde üzerinde mutabık kalınan “Ortak Eylem Planı”, böyle bir siyasi/diplomatik hazırlığın sonucu ve önemli bir ilk adımdı. Son günlerde ise, devam etmekte olan teknik müzakerelerde sonuca yaklaşıldığı yolunda haberler çıkmaya başlamıştı. Nitekim dün, yani 12 Ocak 2014 Pazar günü akşamı, sürdürülmekte olan görüşmelerde yeni bir eşiğin aşıldığı açıklanmış bulunmaktadır. Buna göre İran uranyum zenginleştirme faaliyetini durdurmayı, buna mukabil Batı da yaptırımlarda bir indirime gitmeyi taahhüt etmektedir. 24 Kasım 2013 tarihli mutabakat ile bir psikolojik bariyer aşılmıştı. Bu ikinci adım ise sürecin artan bir içerikle ilerlemekte olduğunun göstergesidir. Yine de, bu zor süreçte iniş ve çıkışlar yaşanması kimseyi şaşırtmamalıdır.

İkinci seçeneğin başarıya ulaşması kuşkusuz sadece Tahran yönetiminin elinde değildir. Onun atacağı inandırıcı adımların karşılık görmesine, Batı’daki sertlik yanlılarının da siyasi/diplomatik yöntemlere şans tanımasına bağlıdır. ABD Kongresinde bu gidişattan memnun olmayanlar, yeni yaptırımlar isteyenler var. Bunların bir kısmı İran’ı uzlaşmaya zorlamaya yönelik taktikler de olabilir. Suudi Arabistan’ın, İsrail’in yaklaşımları ise güvensizlik üzerine bina edilmiş görünüyor. Oysa müzakerelerin amacı, İran’ı bugüne kadar başkalarına hayli sıkıntı vermiş söylem ve eylemleri için cezalandırmak veya hırpalamak değil nükleer program sorununu çözümlemek olmalıdır.

Son günlerde, İran’ın 22 Ocak’ta Cenevre’de başlaması öngörülen Suriye barış konferansına katılamayacağı ama isterse “dışarıdan katkı sağlayabileceği” belirtiliyor. ABD basınına konuşan bir Amerikalı diplomat da, İran’ın Esad’a desteği devam ettiği için Cenevre II görüşmelerine katılamayacağını ifade etmiş. Kanımca İran’ın bu toplantıya katılmasını engellemek yanlıştır çünkü İran da başkaları gibi bu sorunun tarafıdır. Aslında Suriye sorunu, herkesin, başkalarını makbul olmayan birilerine arka çıkmakla itham ettiği bir çatışmadır. Dolayısıyla önemli olan geniş bir müzakere zemininde ortak anlayışa varılmasıdır.

Buna karşın, 8 Aralık 2013 tarihinde, İsrail İş Konferansında konuşan Cumhurbaşkanı Şimon Peres  şöyle demiş: “Benim düşmanım yok. Biz İran’ı düşman olarak görmüyoruz. Düşmanlıklar kişisel bir sorun değildir. Arafat’la görüşmek istemediğimiz dönemler de oldu ancak kendisi tutum değiştirdiğinde ‘neden olmasın?’ dedik. Biz barıştan yanayız ve nihai hedefimiz düşmanlarımızı dosta dönüştürmektir.” Bazı gazete ve ajanslar bunu Peres’in İran Cumhurbaşkanı Ruhani’yle görüşmeye hazır olduğu şeklinde duyurdular. Bunun bu kadar çabuk gerçekleşeceğini hiç sanmamakla birlikte, ortaya konulan yaklaşımın ilginç olduğunu düşünüyorum.

İkinci seçenek Türkiye bakımından da kuşkusuz en iyisidir. Zira Irak ve Suriye’den sonra hemen yanımızda yeni bir gerilime hiç ama hiç ihtiyacımız yoktur. Bunun için bir bedel ödeyecek miyiz? Buna bedel denilebilirse “evet”, çünkü iki ülke arasında iyi ilişkiler yanında hep rekabet de bulunduğunu düşünecek olursak, biz içerde boğuşurken, İran’ın profili hızla yükselecektir.

Doğrusu, İran’ın nükleer silah üretmesinin onun bölgesel/küresel konumuna ne sağlayabileceği sorusuna hala kesin yanıt vermekte zorlanıyorum. Bu bir statü sembolü müdür? Rejimin bekası için sonsuz bir güvence midir? Bir kısım İranlılara göre öyle olabilir. Oysa rejimin değişmesini değilse bile evrimini zorlayacak olan İran’ın iç dinamikleridir. Bana göre,  Türkiye’nin demokratik standartlarını Batı düzeyine yükseltmesi birkaç nükleer bomba sahibi olmaktan çok daha önemli idi. Evet “idi” ama…

İranlılar nükleer programlarına çok yatırım yaptılar. Belki de şimdi bunu “nakde çevirmek” zamanıdır. Bu yola gitmek belki ilk hesapla tam örtüşmeyebilir ancak kar marjının çok daha yüksek olacağında benim kuşkum yok.

(1) Ali Tuygan (2012), Gönüllü Diplomat Dışişlerinde Kırk Yıl, İzmir: Şenocak Yayınları, s.209-210.

(2) Michael Axworthy (2008), Empire of the Mind, A History of Iran, New York: Basic Books, s.237-238.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s