(Bu yazı, dostum Emekli Büyükelçi Yusuf Buluç’la birlikte kaleme alınmıştır.)
28 Ekim 2014
Batı ile ilişkilerimizde ABD özel bir ağırlığa sahiptir. Türkiye’nin Irak’ın işgalinde ABD’nin istediği şekilde “tam işbirliği” yapmamış olması, Yönetim değişmiş olsa da, ABD kurumlarında giderilmesi daha fazla zaman gerektirecek bir tortu bırakmıştı. ABD de Irak bağlamında bizi sıkan, ilişkileri zedeleyen yanlışlar yapabilmişti. Dolayısıyla Irak nedeniyle düş kırıklığı yaşayan sadece kendisi değildi. Bundan sonrası için önemli olan karşılıklı yeni kırgınlıkların yaşanmamasıydı.
Yaklaşık altı yıldır ABD’nin başında, Irak’ın işgalinin “yanlış savaş” olduğunu söyleyen bir Başkan vardır. O Başkanın ziyaret ettiği ilk Müslüman ülke Türkiye olmuştur. Ankara’da yapılan görüşmelerde elbette uluslararası gündemde yer alan birçok sorun ele alınmış, karşılıklı beklentiler dile getirilmiştir. Ancak hiç kuşku yok ki Başkan Obama’yı Türkiye’ye getiren temel neden, Türkiye’nin demokratik, laik Cumhuriyet deneyimine vurgu yapmaktı. (*)
Obama Yönetimi Türkiye’ye değer verdiğini her vesileyle gösterme çabasını Gezi olaylarına kadar özenle sürdürdü. Bu olaylar bir kırılma noktası oluşturdu. İktidar “dış güçler” söylemini başlattı. Şimdi de Kobani vesilesiyle ortaya çıkan ciddi bir uyumsuzluk var. ABD bu sıkıntıyı çok dikkatli bir söylemle saklamaya çalıştığı izlenimini vermekte. Türkiye’de ise üst düzey eleştirilerin dozu yükselişte.
Türk-Amerikan ilişkilerini, karşılıklı çıkar temelinde, üç başlık altında irdelemek mümkündür.
Güvenlik:
Türkiye-ABD ilişkilerinin temelinde, zamanla sağlanan ekonomi ve sosyo-kültürel alandaki çeşitlendirmelere rağmen, esas itibariyle bölgesel güvenlik koşullarını iki ülkenin olabildiğince ortak sayılan çıkarları doğrultusunda şekillendirmek hedefi yatmaktadır. Diğer alanlardaki gelişmelerin güvenlik alanındaki denklemlerden bağımsız şekilde yönlendirilmesi olanaklı değildir. Soğuk savaşın sona ermesi, Sovyetler Birliği’nin çöküşü, bölgesel (Avrasya ve alt bölgeleri) güvenlik tablosunu esaslı biçimde değiştirmiş ise de, Türkiye-ABD ilişkilerinin özünü güvenlik çıkarlarının oluşturduğu gerçeğini değiştirmemiştir. Olsa olsa, yeni dönemin öncesine oranla çok daha karmaşık ve zorlayıcı güvenlik parametrelerinin bu gerçeği pekiştirdiğini söyleyebiliriz.
Türkiye, ülkeyi savaşın eşiğine getiren ve iç barışını tehdit eden Suriye/Irak merkezli bunalımda ABD’nin, Kobani’yi IŞID’e karşı savunan Kürt milis kuvvetlerine havadan silah yardımı yapma adımını Türkiye’nin izni olmadan ve muhalefetine rağmen attığını kamuoyuna açıkladı. Bunun anlamı, Türkiye’nin ABD’ni ikna edemediği veya ABD’nin tutumumuzu dikkate almadığıdır. Bu durum, Türkiye-ABD ilişkilerinin yakın tarihteki bir başka kırılma noktası sayılan 1 Mart 2003 tezkere bunalımının daha da gerisine gidildiği şeklinde yorumlanabilir. Gerçekten, Türkiye-ABD ilişkilerinin odağındaki güvenlik boyutunda, tarafların çıkar çatışması içerisinde olduğunu sergileyen bu gelişme, ileride girişilecek “hasar kontrol” gayretlerini anlamsız kılacak, bu tür çabaları yüzeysel kılacak mahiyet ve önemdedir.
ABD’nin bölgesel güvenlik çıkarları görülebilir bir gelecek için kalıcıdır. Evrim geçirmekte olan bu çıkarları korumak amacıyla kullanmakta olduğu siyasi mekanizmalar, bunları harekete geçiren koalisyon ve kombinezonlardır. Türkiye, AB katılım sürecinde belirli reformları gerçekleştirmiş, İslam’la demokrasiyi bağdaştırmış, bölgeye istikrar kazandırmayı amaçlayan çabalarını ön plana çıkarmış bir ülke olarak bu denklemlerde kendisine giderek sağlamlaşması beklenen bir yer edineceği izlenimini vermekteydi. Oysa şimdi görünen, iç gelişmeler ve dış ve güvenlik politikalarında yapılan yanlışlar nedeniyle bu konumun hızla kaybedilmekte olduğudur.
IŞID’in etkinliğinin kırılması ve imha edilmesi hedefiyle oluşturulan koalisyon bünyesindeki askeri harekatta Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri hava kuvvetlerine ait uçaklar, kuyruklarında bayraklarıyla yer alır, Mısır’ın değişik katkılarla operasyonu desteklediği bilinirken, İran IŞID karşıtı koalisyona resmen katılmadan arka planda siyasi ve fiili desteğini ortaya koyarken Türkiye’nin işi yokuşa sürer görünümlü, katkısını değerinden yüksek göstermeye çalışan ve aslında kendisine birinci derecede yönelen tehdidi görmezlikten gelen yaklaşımının tepki çekmemesini beklemek siyasi hayalciliktir. Hükümet IŞİD’İn bir terör örgütü olduğunu söylerken, örgütün Türkiye’de yeterince organize olduğu, zemin bulduğu, eyleme geçebileceği yolunda çıkan haberler, bazı gazetelerin örgüte ilişkin haberleri olumlu yansıtış biçimi bize bu konuda duyulan güveni azaltmakta ve ABD dahil Batı’da “bu nasıl oldu?” sorusunu gündeme taşımaktadır. Bu tablo, Türkiye’nin jeopolitik, jeostratejik konumunun icabı sayılacak, meşru görülecek, ülkemizin nüanslı çıkarlarıyla izah edilebilir bir tablo değildir. Bu amaçla yaptığımız anlaşılan pazarlıkları “ince diplomasi” olarak tanımlamaya da olanak bulunmamaktadır.
Türkiye’nin bölgeye örnek olacağı beklentisi:
ABD’nin, Türkiye’nin demokratik, laik bir ülke olduğunu nihai olarak kanıtlamasında, Müslüman ülkelere esin kaynağı teşkil etmesinde, Filistin-Irak-Afganistan üçgenindeki sorunların çözümüne sağladığı katkıyı sürdürmesinde küresel çıkarı vardır. Dolayısıyla, bize ihtiyacı vardır. Biz ise son yıllarda bu beklentiyi karşılamaktan uzaklaşmaktayız.
Türkiye’nin ABD’den beklentileri:
Türkiye’nin de ABD’nin desteğine ihtiyaç duyduğu ve duyacağı birçok alan mevcuttur. ABD’nin tarihinin zor bir döneminden geçmekte, başat konumunu kaybetmekte olduğu yolundaki tartışma bunu değiştirmemektedir. İçerikli ve saygın bir karşılıklı bağımlılığa olan ihtiyaç, ilişkilerimizin unutulmaması gereken en önemli öğesidir. Çıkarlarımız geniş bir alanda ve özellikle Türkiye’nin yakın çevresinde makul bir işbirliği gerektirmektedir. Bu, ABD ile her konuda mutabık olmamız gerektiği anlamına gelmemekte ancak olabilecek görüş farklılıklarının daha iyi biçimde yönetilebilmesini gerektirmektedir. Çünkü uluslararası gündemin en üst sıralarındaki sorunlar hep Türkiye’nin yakınındadır.
11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı olduğu dönemde, 26 Nisan 2006’da Ankara’yı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’la görüşmesini, Türkiye’nin dış politika gündemi hakkında bir ufuk turu ile başlattığında konuk Bakan, “sizin gündeminizin bizimkinden farkı yok” şeklinde bir yanıt vermişti.
Türkiye’nin ABD’den olabilecek beklentilerine birkaç örnek:
Sürekli BM Güvenlik Konseyi’ni eleştiriyor ve dünyanın Konsey’in beş daimi üyesinden ibaret olmadığına vurgu yapıyoruz. Bu sorun örgüt içinde, “BM reformu” başlığı altında yirmi yıldır yıldır irdelenmekte olup ne zaman sonuçlanacağını da kimse bilmemektedir. Ama bir gün o noktaya yaklaşıldığı takdirde Türkiye’nin durumu ne olacaktır? Küresel bir güç olduğumuz iddia edidiğine ve Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine dahi sürekli bir ilgi gösterdiğimize göre, Türkiye’nin de genişlemenin kapsamı içinde yer alması ve Konsey’de “daimi veya yarı daimi üye” olarak yerini almasını isteyecekler çıkmayacak mıdır? Böyle koşullarda kimlerin desteği bizim için gerekli olacaktır?
Ermeni soykırımın iddialarının inkârının cezalandırılmasını öngören yasanın Fransız Senatosu tarafından Ocak 2012’de kabulünü takiben Avrupa’da, bunun ifade özgürlüğüne aykırı olduğu yolunda birkaç cılız ses çıktı. Buna karşın dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton çok net bir tavır aldı ve şu beyanlarda bulundu:
“Fransa gibi yakın dost ve müttefik ülkelerin farklı standartları, tarihleri olabilir. Ama biz, ifadelerin suç sayıldığı bir yoldan asla yürümeyeceğiz… Tarihi konuları çözmek için hükümet gücünü kullanmaya çalışmak, bana göre çok tehlikeli bir kapıyı açar.”
Denilebilir ki, ABD Dışişleri Bakanı ilke temelinde doğruyu söylemiştir ve bunun için bir bedel ödemeyecektir. Olabilir. Bu da büyük devlet olmanın avantajıdır. Küresel bir gücün kendisi bakımından büyük külfet teşkil etmeyen bir jesti başkaları için çok daha anlamlı olabilir.
ABD ve AB arasında bir serbest ticaret bölgesi oluşturulması için müzakereler sürdürülüyor. Bu zor ve belki uzun zaman gerektiren bir uğraş. Türkiye AB’nin serbest ticaret anlaşması bulunan ülkelerle ticaretinde bu anlaşmaların getirdiği kolaylıklardan yararlanamıyor ve her defasında kendi başına bir anlaşma yapmak zorunda kalıyor. AB’nin ABD ile gerçekleştirebileceği böyle bir düzenlemenin dışında kalması ekonomik/ticari çıkarlarımız bakımından büyük sorunlar yaratacaktır. Bunun dışında kalmamak için kimin desteğine ihtiyaç duyacağız?
AB katılım sürecinin giderek tükenmekte oluşunun, ABD desteğine bizim için birçok bakımdan daha fazla ihtiyaç duyulur bir nitelik kazandırdığını da unutmayalım.
Burada ABD tarafına düşen, çıkarlarımızın somut olarak örtüştüğünü gösterecek örnekler yaratmak için çaba göstermektir. ABD’nin Bakü-Ceyhan projesine verdiği destek bu tür tutum ve davranışlar için müstesna bir örnektir.
Bizim yapmamız gereken ise, çıkarlarımıza ters düşmedikçe, ABD ile birlikte hareket edebileceğimizi ortaya koymaktır. Bush Yönetiminin Irak’ı işgal etmesinin bölgenin ve ülkemizin başına açtığı onca dertten sonra, askeri müdahalenin her sorunun çözümünde rahatlıkla başvurulacak bir yöntem olmaması gerektiğini savunan Obama Yönetimine, kuşkusuz çıkarlarımızı da gözeten makul destekleri verebilmektir.
Küresel bir gücün küresel çıkarlarıyla ülkemiz konumunda bölgesel bir gücün çıkarlarının her zaman uyum içerisinde olmaması, yer yer çatışması kaçınılmazdır. Söz konusu güçlerin kurumsal bir yapı bünyesinde ittifak ilişkilerine sahip bulunmaları bu gerçeği değiştirmemektedir. Egemen kararların tezahürü sayılacak bu durum sadece Türkiye-ABD ilişkilerine özgü de değildir. Fransa veya Almanya’nın ABD ile ilişkilerini gözden geçirdiğimizde, çıkarların örtüşmediği meselelerin hiç de az olmadığı görülecektir. Diplomasinin mahareti bu farklılıkları ilişkinin özünü zedelemeden yönetmek, kazançlar ve ödünler arasındaki dengeyi, yaygın deyimle “büyük resim” üzerinden hesaplamaktır. En sakıncalı hususlar ise, diplomasinin evrensel kuralları ile bağdaşmayan bir dil ve üslup kullanmak, iç politikanın dış politikayı rehin almasına göz yummak, ilkeleri göz ardı etmeyi pragmatizm saymak ve saplantılara esir olmaktır.
ABD her gündeme geldiğinde komplo teorisi üretmek alışkanlığından vazgeçmemiz uygun olacaktır. Büyük devletlerin, küresel vizyonları çerçevesinde, belirli konulara veya bölgelere yönelik özel stratejileri olabilir. Bunlar açıklanmış veya yarı açıklanmış stratejiler olabilir. Doğrular ve yanlışlar içerebilir. Belirlenen hedeflere varılmasında açık olanlar kadar örtülü yöntemlere de başvurulabilir.
Meselenin en can alıcı noktası, özü, başkalarına komplo üretecek zemini sağlamamaktır. Bir ülke kendi sorunlarına çözüm bulmakta zorlanır, diyalog zemini yaratmakta, ülkü birliği oluşturmakta başarılı olamazsa birileri devreye girer, yol göstermeye, nasihat vermeye, oyun kurmaya başlar. Bunu da kuşkusuz sadece sizin çıkarlarınızı değil kendi çıkarlarını gözeterek yapar.
ABD ile ilişkilerde “stratejik ortaklık” kavramı geride kalmıştır ve kalmalıdır. Türkiye, ABD için çok önemli olmakla birlikte bir İngiltere veya İsrail değildir. Bunun da rahatsızlık duyulacak bir tarafı yoktur. ABD’nin bu iki ülke ile ilişkilerinin gerisinde bizimle olandan çok daha uzun bir tarihi birliktelik vardır. İlişkilerin dokusu, yapısı, tarihi ve zihinsel arka planı farklıdır. Ancak küresel düzeyde, Türkiye’nin neticede nasıl bir kimlik kazanacağı, ABD çıkarları bakımından, belki biraz abartıyla, İngiltere ve İsrail’e ne olacağı kadar önemlidir.
EN BÜYÜK BAYRAMIMIZI, CUMHURİYETİN GELECEĞİNE GÜVENLE BAKIP COŞKUYLA KUTLUYORUZ…
—————————————————————————————
(*) 8 Aralık 2013 tarihli ve “Başkan Obama’nın Orta Doğu’ya Yaklaşımı” başlıklı yazı.