8 Ekim 2014
Türkiye, Suriye’de rejimi değiştirme hedefini bu kez askeri güç kullanarak gerçekleştirmeyi göze almış ve IŞİD’İ bertaraf etmek amacıyla oluşturulmasına çalışılan uluslararası koalisyonun üyelerini de aynı hedefe yöneltebilmek için siyasi ve askeri kozlarını masaya koymuş görünüyor. Bu yaklaşımın gerçekçi, sonuç alıcı ve siyaseten arzu edilebilir olup olmadığını değerlendirebilmek için, askeri yöntemlerle rejim değiştirme operasyonların yakın geçmişteki seyrine ve ne netice verdiğine kısaca eğilmekte yarar olabilir.
ABD’nin 11 Eylül 2001 terör saldırılarına bir tepki vermesi kaçınılmazdı.
Saldırılardan hemen sonra Kongre, ABD Yönetimini El Kaide’yi barındıranlara karşı kuvvet kullanma konusunda yetkilendirdi. NATO, tarihinde ilk kez, Kuzey Atlantik Anlaşması’nın, bir üye ülkeye yönelik bir saldırının tüm üyelere vaki bir saldırı olarak telakki edileceğini öngören 5. maddesini hayata geçirdi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de, saldırılara tepki bağlamında alınacak önlemlere onay vererek, önemi sonradan çok daha iyi kavranacak olan “uluslararası meşruiyet” koşulunu sağladı. Özetle, Afganistan’a müdahale için kusursuz bir zemin sağlandı.
Taliban Yönetiminin, Usame Bin Laden’i teslim etmeyi reddetmesini takiben 2001 yılı Ekim ayında ABD ve İngiltere’nin ortak hava harekatı ile başlayan askeri müdahale aralık ayında Taliban’ın son kalesi olan Kandahar’ın düşmesiyle ilk amacına ulaştı. Ancak, bunun sonrasında, işin asıl zor bölümü başladı. Ulusal uzlaşının temini, yeni devlet yapısının tesisi, ekonomik durumda iyileşme, yolsuzluğun önlenmesi, yönetimde şeffaflık, Afgan güvenlik kuvvetlerinin yapılandırılması/eğitimi ve Taliban’ın sıkıştırıldığı köşeden çıkartılmaması gibi temel sorunlar gündeme oturdu.
Müdahaleden 12 yıl sonra, 5 Nisan 2014’de birinci, 14 Haziran 2014’de de ikinci turu düzenlenen cumhurbaşkanlığı seçimini kazandığını iddia eden Eşref Gani ile Abdullah Abdullah’ın sonuç üzerinde anlaşması ancak 21 Eylül’de, o da Kerry’nin büyük çabasıyla, sağlanabildi. Birincisi Cumhurbaşkanı, ikincisi de anayasada öngörülmüş olmamakla birlikte bir nevi icracı başbakan oldu. Yabancı basına bakılırsa, Abdullah Abdullah neredeyse yemin törenine katılmayacakmış çünkü iki lider veya çalışma arkadaşları arasında bir büro paylaşımını anlaşmazlığı yaşanmış.
Geride bırakılmış olan 13 yıl boyunca Afganistan’da düzen, siyasi istikrar sağlandı mı? Bazı alanlarda ilerlenme kaydedilmiş olsa bile, bu sorunun yanıtı en iyimser yaklaşımla dahi kuşku beyanını gerektirir.
Afganistan, askeri müdahale ile bir ülkede rejimin değiştirilebildiğinin ancak bunun istikrarı sağlamada yeterli olamadığının, 11 Eylül saldırıları sonrası dönemdeki birinci örneğidir.
ABD Mart 2003’de Irak’ı işgal etti. 1 Mayıs’da Başkan Bush meşhur “görev tamam” konuşmasını yaptı.
ABD, 1 Eylül 2010 itibariyle Irak’taki muharip misyonunun nihayete erdiğini açıkladı. Ülkedeki son ABD birlikleri, Başkan Obama’nın vaad ettiği üzere 18 Aralık 2011 tarihinde, sembolik bir bayrak indirme töreninden sonra Irak’tan çekildi. ABD kuvvetleri, ne gelirken ne de giderken, ülke dışındaki Irak muhalefetinin zamanında uydurduğu gibi çiçeklerle karşılandı, uğurlandı.
Irak’ta bugün yaşanmakta olanlar askeri müdahalelerle rejimin değiştirilebildiğinin ama bunun istikrarı sağlamada yeterli olamadığının ikinci örneğidir.
Gelelim üçüncü örnek Libya’ya. Ülkede protestoların başlaması ve Kaddafi’nin dengesiz beyan ve tutumu üzerine BM Güvenlik Konseyinden alelacele bir karar çıkarıldı. Fransa, İngiltere ve ABD’nin başını çektiği bir gönüllüler koalisyonu Libya’ya, o kararın parametrelerini aşan bir askeri müdahalede bulundular. Libya bugün, Temmuz 2011’de Bingazi’de “Ömer Muhtar’ın torunlarına selam eden ve Libya’nin geleceğinin geçmişinden daha iyi olacağını” söyleyen Dışişleri Bakanımızın bu beyanının aksine, çöküyor.
Biraz tekrar olacak ama, bugün Libya’da yaşanmakta olanlar da askeri müdahalelerle rejim değiştirilebildiğinin ama bunun istikrarı sağlamada yeterli olamadığının üçüncü örneğidir.
Başkan Obama, New York Times gazetesi yazarı Thomas L. Friedman’a, gazetenin 8 Ağustos tarihli nüshasında yayınlanan bir mülakat verdi. Mülakatın sonunda Libya konusunda şunları söyledi:
“Aldığım derslerden bugüne yansıması olan bir örnek vereyim: Kaddafi’yi deviren koalisyona katılmış olmamız. Bunun doğruluğuna yüzde yüz inanmıştım. Müdahale etmeseydik Libya muhtemelen Suriye’ye benzerdi. Daha çok can kaybı, daha çok karmaşa ve daha çok tahribat olurdu. Ancak şu da bir gerçek ki biz de Avrupalı ortaklarımız da, müdahaleye başladığımız takdirde sonuna kadar gitmemiz gerekeceğini göz ardı ettik. Sonra, Kaddafi’nin gittiğinin ertesi günü herkes mutlu oldu ve “teşekkürler Amerika” diyen pankartlar açtı. Böyle zamanlarda hiçbir yurttaşlık geleneği olmayan toplumları yeniden inşa edebilmek için çok daha kapsamlı bir çaba gerekiyor. Bu benim, “askeri bir müdahalede bulunmalı mıyız? Ertesi gün için hazırlığımız nedir?” sorularını her soruşumda hatırladığım bir derstir.”
Türkiye, askeri müdahalelerle bir ülkeye istikrar getirilemeyeceğini, dışardan baskı ile ulus inşa edilemeyeceğini en yakından gören ve tutumunu buna göre belirlemesi gereken bir ülkedir.
Oysa şimdi istediğimiz nedir? Öyle veya böyle, bizim de taraf olacağımız bir askeri müdahaleyle, Suriye’de rejim değişikliği. Yani, bir dördüncü örnek…
Anlaşılan şu sırada bu konuda sıkı bir pazarlık içerisindeyiz… Herhalde şunu söylüyoruz: “IŞİD hedef tahtasına Esad’la birlikte konulduğu takdirde varız, yoksa yokuz…” Esasen bu, tezkerenin gerekçesinden de belliydi.
Başkan Obama, “Amerikan askeri kara operasyonlarına kesinlikle katılmayacak” dediğine göre, kendisinin Friedman’a söylediği veçhile, “sonuna kadar gidecek” olanlar kimler? Herhalde biz… Oraya gideceğiz, Şam’da kendimize yakın gördüğümüz birilerini iktidara getirip istikrarı sağlayacağız, sonra da gözlerimizi yeni ufuklara çevireceğiz.
Böyle bir senaryo, bırakınız sonraki zorlukları, öncelikle bir BM Güvenlik Konseyi kararı gerektirir. ABD’ne IŞİD’e yönelik hava akınlarında destek veren ülkelerin bunu Irak’la sınırlı tutmaları da bundandır. IŞİD’in kendilerine yönelik bir tehdit olduğunu bilmekle birlikte Rusya ve Çin, özellikle Libya örneğinden sonra, benzer bir karara geçit vermezler. Verseler bile bundan Esad’ı tasfiyeye yönelik bütün tertipleri ayıklatırlar. Hatta onu IŞİD’le mücadelenin bir öğesi haline getirtmeye çalışırlar. Emrivakilere de tepki verebilirler. Tabii İran’ı da unutmayalım. Nitekim, IŞİD’e karşı uluslararası koalisyon için çaba gösteren ABD, bunu destekleyecek bir Güvenlik Konseyi kararını ne kadar isterse istesin şimdilik konuyu Konsey gündemine getirmeye teşebbüs etmeyeceği izlenimini veriyor.
Sürekli Esad odaklı bir söylem dinlediğimize göre ben de kendimi tekrarlayım:
Birincisi, Suriye’de uzlaşı arayışlarını sonuna kadar, bugüne kadar desteklemiş olmalıydık. Başarılı olur muyduk? Yanıtı zor bir soru çünkü o takdirde diplomasimiz farklı denklemler arayacak, farklı şekillenecekti. Ama diyelim ki olamazdık. Peki, bundan daha fazla sıkıntıda olur muyduk? Hayır, olmazdık.
İkincisi, bölgeye yapabileceğimiz en önemli katkı demokrasi deneyimimizi çok daha ileri noktalara taşıyarak örnek olmaktı. Kendimize bir liderlik, önderlik rolü biçiyor idiysek bunu sağlamanın yegane yolu, yeni Osmanlıcılık değil böyle bir çaba idi. Özgür, demokratik, laik, kalkınan ve gelir dağılımında adaletli bir Türkiye’yi Arap halklarının siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel ilgi odağı haline getirmekti.
Üçüncüsü, Orta Doğu’da yaşanan sıkıntının temelinde demokrasi açığı kadar onun yol arkadaşı laiklik açığının da payı vardır. Netice itibariyle Irak’ta, Suriye’de yaşananlar mezhepçilikten kaynaklanıyor. Bağdat’taki yeni hükümetten beklenen, ülkenin sorunlarını laik bir yaklaşımla aşmaya çalışması, orduda, sivil yönetimde din ve mezhep ayırımcılığı yapmadan, herkese eşit mesafede durması değil mi? Laiklik kelimesi telaffuz edilmese de beklenen bu değil mi? Bu noktada çevreye örnek olabilecek tek ülke biz değil miydik?
Bugün, içerde ve dışarda bir sorunlar yumağının içerisindeyiz. Dışarıdakilere bakıyor ve bu kadar sıkıntılı bir dönem yaşadığımızı hatırlamıyorum. Bu noktada olmayabilirdik.
Peki, şimdi ne yapmalıyız?
Kesinlikle olanaklı olmadığını bilmekle birlikte tekrarlayım: Esad saplantısından kurtulmayı denemeliyiz. Esad dünyadaki tek diktatör değil. İktidarı sallandığında onun gibi davrananlar oldu, davranabilecek başkaları da var.
Bu saplantıyı geride bırakmak bizi, tek tek sıralamayacağım birçok sıkıntıdan kurtaracaktır. Bu kendiliğinden olmayacaktır ama en azından neyi yapmamız, neyi yapmamamız gerektiğini daha iyi bileceğiz.
Her şeye rağmen Suriye’de hala uzlaşı arayanlara yardımcı olmayı denemeliyiz. Böyleleri, her ne pahasına olursa olsun savaşı geride bırakmak isteyenler, “artık yeter” diyenler eminim vardır. Batı’da Esad’ın meşruiyetini kaybettiğini, Suriye’nin geleceğinde yeri olamayacağını söyleyen onca ülke var. Biz de tutumumuzu onların çizgisine çekebiliriz. Suriye’nin geleceğine, eğer bir gelecek kaldıysa, vakti geldiğinde Suriye halkı karar vermelidir.
Dünyanın elan bir numaralı siyasi, ekonomik ve askeri gücü konumunda olan ABD’nin Başkanı bile dış müdahalelerle, rejim değişikliği yoluyla bir ülkeye istikrar getirmenin, ulus inşa etmenin neredeyse olanaksız bir uğraş olduğunu kabul etmeye yatkın görünürken, biz bu tür iddialı projelere soyunmamalıyız. Bu izlenimi verecek söylemlerden uzak durmalıyız.
IŞİD’e karşı oluşturulmak istenen uluslararası koalisyona, bu sorunun parametreleri içerisinde, konumumuza uygun düşecek katkıyı yapmaktan kaçınmamalıyız. Bu katkı sadece asker göndermek değildir.
Ülkelere, uluslararası örgütlere, uluslararası düzene yönelik eleştirilerimizi daha yumuşak ve yapıcı bir üslupla, uygun forumlarda veya ikili temaslarda dile getirmeliyiz.
Çevremizle ilişkilerimizi düzeltmeliyiz.
İhtiyatlılık gereği, Orta Doğu’nun daha da büyük bir karmaşaya, hatta çöküşe girebileceğini öngörmeliyiz. Yangın her yanı sardığında biz mutlaka bunun dışında olmalıyız. Çünkü bölge ülkesi olarak oraya su taşımak yine bize düşecektir.