11 Şubat 2014
Kendi iç siyaset gündemimiz ve bölgesel gelişmeler gözümüzü dünyanın başka yerlerindeki olaylara çevirmemize pek olanak bırakmıyor. Oysa, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde (OAC) giderek yükselen çatışma eğilimi uzunca bir süredir uluslararası dikkatleri üzerinde toplamış bir sorun.
OAC adından da anlaşılacağı üzere Afrika’nın tam ortasında, denize çıkışı olmayan, yaklaşık 623,000 km2’lik toprağa ve 4.6 milyon nüfusa sahip bir ülke. Tarım potansiyeli, su kaynakları, ormanlar ve madenler, özellikle elmas bakımından zengin. Başlıca ihraç ürünleri elmas, kereste, pamuk, kahve ve tütün. 2012 verilerine göre kişi başına yıllık gelir sadece 500 dolar düzeyinde. Ortalama ömür 51 sene. Acil insani yardıma ihtiyaç duyanlar nüfusun neredeyse yarısı. 800,00 dolayında kişi evini terk etmiş. 245,000 kişi komşu ülkelere sığınmış. Nüfusun %40’ı 0-14 yaş grubunda. Halkın % 62’si fakirlik sınırının altında. Özetle, birçok olanağa sahip bulunmasına rağmen dünyanın en fakir ve birçok nedenle en kötü yönetilmiş ülkelerinden biri. Yıllardır “kırılgan” olarak tanımlanıyor. Nüfusun dinlere göre dağılımında hayli farklı verilere rastlanabiliyor. Hıristiyanlar çoğunlukta. Müslümanların nüfusun yaklaşık %15’ini oluşturdukları anlaşılıyor. Yerel dinlere mensup olanlar da büyükçe bir grup.
Ülke 1880 yılında Fransa tarafından ilhak edilmiş. 1960’da bağımsızlığını kazanmış. Koloniyal dönemde Fransa’nın ilgisi daha çok ülkenin elmas madeni zenginliğine odaklanmış. Ancak elmas daha çok iki nehir sisteminin oluşturduğu alüvyonlu topraklarda bulunduğu için, derin madencilik çalışmaları yapılamamış. 80,000-100,000 dolayında maden işçisi basit yöntemlerle bu zenginliğe ulaşmaya çalışmış. Bulunan elmas, Batı Afrikalı aracılar tarafından düşük fiyatlarda satın alınarak belirli bir kar karşılığında ihracatçı firmalara verilmiş ve ülke dışına çıkarılmış. Genel olarak ülke tarihinin, elmas zenginliğinin özel bir konuma sahip bulunduğu çıkar çatışmalarından, iktidar mücadelelerinden, darbelerden, ayaklanmalardan, isyanlardan ve komşu ülkelerden yansıyan sorunlardan ibaret olduğunu söylemek abartı olmaz.
Peki, OAC’ni son zamanlarda uluslararası sorunlar listesinde üst sıralara çıkaran nedir?
2003 Yılı Mart ayında, bir isyan hareketinin lideri olan François Bozizé başkent Bangui’yi ele geçiriyor. İki ay sonra yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanıyor. Sonrasında yeni ayaklanmalar, grevler, siyasi çatışmalar birbirini izliyor. Bozizé 2008’de ilan ettiği “Kapsamlı Siyasi Diyalog” programının içini dolduramıyor. 2011’deki seçimlere hile karıştırıldığı iddiaları karmaşayı arttırıyor. Bozizé yönetimi giderek bir aile/kabile girişimine dönüşüyor. İç barış arayışları sonuç vermiyor.
Bu tablo “Seleka” (yerli dilde “ittifak”) adını taşıyan bir muhalefet grubunun ortaya çıkmasına neden oluyor. İktidara gelişinden on yıl sonra, Bozizé’yi yerinden eden bu hareket başlangıçta devletin hiçbir etkinliğinin bulunmadığı kuzeydoğu bölgesinde kendini gösteriyor. Burası zaman zaman komşu ülkelerdeki isyancıların üslendikleri, yerel silahlı grupların, elmas kaçakçılarının çokça bulunduğu bir “gri alan” olarak tanımlanıyor. Seleka başında silahlı bir isyandan ziyade, rejim aleyhtarı çeşitli grupları bünyesinde toplayan muhalif bir hareket görünümünde. Zamanla, Bozizé’nin iktidarı ele geçirmesine destek verip daha sonra beklediğini bulamayanların ve salt yağma/kazanç peşinde olanların da katılmasıyla genişliyor; silahlı bir güce dönüşerek Mart 2013’de iktidara el koyuyor. Hareketin lideri Michel Djotodia Ağustos ayında kendisini cumhurbaşkanı ilan ediyor.
Müslüman ağırlıklı Seleka yönetimi de iyi bir sınav veremiyor. Kendisini iktidara taşıyan silahlı gruplara maaş ödeyemiyor, onları kontrol edemiyor. Çatışmalar, yağma olayları başkent Bangui’yi içine alıyor. Uluslararası ve bölgesel çabalar sonucu Djotodia Ocak 2014’de istifasını vermek zorunda kalıyor ve Ulusal Geçiş Konseyi, Bangui Belediye Başkanı Catherine Samba-Panza’yı Cumhurbaşkanı seçiyor. Yeni Cumhurbaşkanı bu göreve gelen ilk kadın. Güçlü bir kişiliğe ve iyi bir isme sahip olduğu söylenmekte. Yaklaşık bir yıl bu görevde kalacak ve seçimlerde tekrar aday olmayacak.
Sorunları aşmak için yıllardır kullanılan yol haritası yine değişmiyor: Öncelikle güvenliğin sağlanması, iç barışı sağlamaya yönelik bir siyasi geçiş dönemi, devletin yapılandırılması ve seçimler. Tabii en ciddi sorun güvenliğin sağlanması. Bunun yöntemi de İngilizce kısaltmasıyla “DDR”(disarm-demobilize-reintegrate), yani silahların toplanması, savaşanların bu statüsüne son verilmesi ve topluma yeniden entegre edilmeleri.
Birleşmiş Milletler çok uzun zamandır OAC’deki bir temsilciliği (BUNICA) aracılığıyla ülkede barış ve istikrarın sağlanmasına destek vermeye çalışıyor. BUNICA’nın misyonu özetle, geçiş dönemi uygulamalarına yardımcı olmak; çatışmayı önlemek ve insani yardımda bulunmak; güvenlik koşullarının iyileştirilmesini desteklemek; insan haklarını geliştirmek ve korumak; uluslararası çabaların eşgüdümüne yardımcı olmak şeklinde tanımlanmakta. Ancak mevcut görünüm etkin olamadığını ortaya koyar nitelikte. Buna ilave olarak, Afrika ülkeleri ve Fransa’da zaman zaman OAC’ne güvenliği sağlamak üzere küçük askeri birlikler göndermişler.
Durumun daha da kötüye gitmesi üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), 28 Ocak 2014 tarihli ve 2134 sayılı kararıyla, OAC’de AB önderliğinde bir operasyon başlatılmasını, bu çerçevede oluşturulacak gücün orada esasen mevcut Afrika Birliği ve Fransız kuvvetlerine destek vermesini, “geçiş dönemi” olarak adlandırılan siyasi sürecin hızlandırılarak seçimlerin mümkünse 2014 sonuna kadar düzenlenmesini, bu süreci engellemeye çalışanlara ve insan haklarını ihlal edenlere karşı yaptırım uygulanmasını kabul etti. Haberlerden şimdilik 600 kişilik bir kuvvet öngörüldüğü ve işler yolunda giderse görevin Afrika ülkelerine bırakılacağı anlaşılıyor.
Ancak durum kritik niteliğini korumakta. Özellikle Seleka’nın Müslüman gruplarıyla, onlar karşı oluşturulan ve “anti-balaka” adını taşıyan grup arasında ciddi çatışmalar yaşandığı, iş kontrolden çıkarsa Müslüman nüfusun neredeyse tümünün yerinden olacağı, komşu ülkelere sığınabileceği haberlere konu teşkil ediyor.
Bu vesileyle, daha erken bir aşamada, OAC’nin laik yapısının ve birlikte yaşama kültürünün gelişmelerden etkilenmemesi gerektiğine dikkat çekenler olduğunu da kaydedeyim zira bugünkü aşamada ülkenin öne çıkan sorunu bir Hıristiyan-Müslüman çatışmasının çığırından çıkmadan önlenebilmesi.
BMGK’nın yukarıda değindiğim ve oybirliği ile kabul etmiş olduğu kararının dibacesindeki bir paragraf ülkenin içinde bulunduğu bunalımın ciddiyetini şöyle tanımlıyor: “ OAC’deki güvenlik durumunun, kamu düzeninin tamamen çökmüş olması, hukukun üstünlüğünün yok olması, dini motifli cinayet ve kundaklamalar nedeniyle giderek kötüleşmesinden derin bir kaygı duyduğunu ifade ederek…”
Uluslararası toplumun Afrika’nın derinliklerinde ne kadar etkin olabileceğini göreceğiz.
————————————————————————————–
Not: Bir Afrika uzmanı değilim. Ancak konu uzunca bir süredir uluslararası gündemde bulunduğu ve şimdi de üst sıralara yükselmeye başladığı için bu “sorunu takdim” yazısını kaleme almaya çalıştım. Bu yaparken her zamanki gibi açık kaynaklardan ve saygın düşünce kuruluşu Uluslararası Kriz Grubu’nun (International Crisis Group) raporlarından yararlandım.