6 Şubat 2014
Başkan Obama’nın Suriye’de, Orta Doğu’da ve ötesinde askeri müdahaleyi tamamen dışlamamakla birlikte önceliği siyasi/diplomatik çözüm süreçlerine veren yeni yaklaşımının bölgede ve Amerikan iç siyasetinde artan eleştirilere yol açtığına daha önceki bir yazımda değinmiştim. Başkan’ın siyasetini savunmak elbette bana düşmüyor. Amerikan iç politikasını yönlendiren dinamikleri, ince hesapları da bilemem. Dünyaya bir Amerikalı gözüyle de bakamam. Diğer yandan, bir bölge insanı olarak bu değişikliği nasıl algıladığımı açıklamama bir engel bulunmuyor.
Önümüzde, askeri müdahalelerin demokrasi şöyle dursun, barış ve istikrar dahi getirmediğini ortaya koyan üç örnek var: Afganistan, Irak ve Libya. Bunlardan birincisi belki 11 Eylül saldırılarına anlaşılabilir bir tepki idi. Ancak diğer ikisinde siyasi/diplomatik yöntemler en sonuna kadar zorlanmadı. Irak’ta ise uluslararası meşruiyet de göz ardı edildi.
Şimdi tartışılan üç konudan birincisi ABD’nin 2014 sonunda Afganistan’da kalıp kalamayacağı; ikincisi Irak’tan neden erken bir aşamada çekildiği; üçüncüsü de Suriye’ye neden “zamanlı” bir askeri müdahalede bulunmadığı.
Bu üç konunun birbirine benzeyen yanları olduğu gibi farklılıkları da var. Ancak özellikle Afganistan ve Irak müdahaleleri sırasında yaşanan ve daha sonra ortaya çıkan hukuk ve askeri disiplin dışı tutumlar, eylemler ortak bir özellik oluşturmakta.
Maalesef şiddetin her türlüsünün yükselişte olduğu bir dünyada yaşamaktayız. Şiddetin zirveye ulaştığı zemin ise savaşlar. Savaş esasen şiddet demek ama kullanılan yöntemler giderek tarafların daha sonra bir barış arayışı zemininde buluşmalarını önleyecek yönde gelişiyor. Cenevre II, 130,000 kişinin yaşamını yitirdiği bir iç savaşı sonlandırmak üzere masaya oturan hasımların birbirinin gözünün içine bakabilmesinin güçlüğünü ortaya koydu. Dayton’da da öyle olmuştu ve yaralar hala kapanmadı.
Biz Türkler hep Çanakkale destanından söz ederiz. Çanakkale’nin bir destan olarak nitelendirilmesinin nedeni sadece Mehmetçiğin orada kahramanca savaşması değildir. Evet, birçok büyük savaşta olduğu gibi orada da on binlerce asker öldü. Taraflar birbirini süngüledi. Yaralılar birileri gelip kendilerini kurtarsın diye ümitsizce bekledi. Ama Türk siperlerinden karşıya sigara paketlerinin, Anzak siperlerinden bizim tarafa ise konserve kutularının atıldığı da söylenir.
Atatürk 1934 yılında Anzakların annelerine şöyle seslenmişti: “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Bizlerin her yıl Çanakkale’deki anma törenlerine, savaştaki hasımlarımızla bir dostluk ortamında katılmamıza olanak veren budur. Oysa bugünkü savaşların farklı niteliği ve yansımaları savaşan tarafların itibarına, tutarlılığına, inandırıcılığına, bölgesel ve küresel konumuna darbe vurmaktadır.
Bugün geriye bakıldığında, Vietnam savaşının özellikle o ülke halkında ve ABD’de yarattığı travmayı görmezden gelmeye olanak var mı? Bağdat’ta, Abu Greyb hapishanesinde yaşananlar, yasadışı yöntemlerle sorgulanmak üzere ABD makamlarınca başka ülkelere gönderilenler ABD’nin küresel manevi liderliğine onarılması yıllar alacak bir zarar vermedi mi? Afganistan’da insansız hava araçlarıyla gerçekleştirilen nokta operasyonlarında pek çok sivilin hayatını kaybetmesi ABD’nin bu ülkede kalıcılığı bakımından ciddi bir soruna dönüşmedi mi?
Suriye’de, “Allahu Ekber” diyerek bıçağını din kardeşi düşmanının boğazına dayayan el Kaide mensubunun ve kelime-i şahadet getirerek bıçağa teslim olan askerin görüntüleri Suriye’de barış, bölgede istikrar, küresel karşılıklı saygı ve kültürlerarası uyum bakımından ne anlama geliyor? Başka kültürlere mensup olanlar bunu nasıl algılamalı?
”İşte bunu önlemek için müdahale edilmeliydi” görüşüne hiç katılmadığımı, bunu inandırıcı olmayan bir sorumluluktan kaçma oyunu olarak gördüğümü de hemen belirteyim.
Yabancı askeri müdahalelerin ortak bir başka yönü, ne kadar haklı gerekçeleri olursa olsun, halkların ülkelerinde uzun süre yabancı asker görmek istemediği; bunu içine sindiremediği; aksine tepki duyduğu gerçeğidir. Biz Atatürk sayesinde bunu yaşamak zorunda kalmadık. Çok iyi hatırlarım, Irak’ın ülke dışında yaşayan muhalefeti ABD’ni askeri müdahaleye ikna edebilmek için sürekli Amerikan askerlerinin Irak halkı tarafından çiçeklerle karşılanacağını söylerdi. Amerikan askerleri çiçeklerle karşılanmadı. Giderken de çiçeklerle uğurlanmadı; sessizce ülkeyi terk etti.
Bütün bunlara baktığımda, Başkan Obama’nın askeri müdahaleyi en son seçenek olarak gören, diplomasiye öncelik veren, böyle müdahaleler yapılsa bile Amerikan askerinin yere ayak basmayacağını vurgulayan yaklaşımını doğru buluyorum. Kaldı ki bölgede böyle bir müdahaleye sıcak bakanların istedikleri, esas itibariyle kendine yakın gördükleri grupların, kişilerin iktidara getirilmesinden ibarettir. Müdahalenin amaç ve kapsamını buna göre belirler, fazlasını istemezler. Oysa ülkeler, halklar kendi yolunu bulabilme, geleceğini belirleme yeteneğini gösterebilmeli. Buna dışarıdan yardımcı olmak için birçok seçenek var ama bana göre askeri müdahale bunlar arasında önceliğe sahip olmamalı. Esad bir diktatör mü? Evet. Ancak, Suriye iç savaşında bu noktaya gelinmesinin nedenleri arasında siyasi/diplomatik yöntemlerin sonuna kadar zorlanmamış olmasının da payı var.
Başkan Obama’yı eleştirenler, kendisinin 21 Ekim 2011 tarihinde Beyaz Saray’dan yaptığı ve Amerikan askerinin yılın sonunda Irak’tan tamamen çekileceğini açıkladığı konuşmasına atıfla, “aslında savaşın hala bitmediğini ve Irak’ın istikrara kavuşması için Amerika’nın orada daha fazla kalmış olması gerektiğini” söylüyorlar.
Başkan Bush da 2 Mayıs 2003’de, Kaliforniya sahillerinde seyretmekte olan USS Abraham Lincoln uçak gemisine bir askeri jetle inerek, meşhur “görev tamam” (“mission accomplished”) konuşmasını yapmıştı. İşin doğrusu Başkan Bush konuşmasında bu ifadeyi kullanmamış ancak gemi personelinin astığı ve bu ifadeyi içeren pankart önünde görüntülendiği için konuşması sonradan hep böyle anılmıştı. Başkan Bush bu hitabında Irak’ta yapılacak birçok işe değinmekle birlikte “diktatör gitti, Irak artık hürdür” demişti. Evet, Saddam gitti ama Iraklının ne kadar hür olduğu tartışılabilir. Bu arada Irak’ta yüz binlerin hayatını kaybettiğini, evinden olduğunu ve bunun devam etmekte olduğunu da unutmayalım.
Irak’ın işgali sırasında elindeki balyozla Saddam Hüseyin’in heykelini parçalarken görüntülenerek Bağdat’ın teslim alınmasının bir tür sembolü haline gelen Kadom el-Cuburi, aradan on yıl geçtikten sonra, 9 Mart 2013 tarihli “The Guardian” gazetesinde yayınlanan söyleşisinde Peter Beaumont’a şu ifadelerde bulunmuş: “O zaman bir diktatör vardı, şimdi yüzlercesi. Hiçbir şey iyiye gitmedi. Saddam döneminde güvenlik vardı. Yolsuzluk vardı ama bu kadar değil. Can güvenliği vardı. Elektrik, su daha ucuzdu…” Geçen ay Irak’taki can kaybı 733 idi.
Şimdi Iraklılara son 11, Suriyelilere ise son 3 yıldır yaşadıklarının sadece kötü bir rüya olduğunu, gözlerini açtıklarında “hiçbir şey olmamış gibi eski hayatlarına döneceklerini” söyleyebilsek tepkileri ne olur? Benim kanaatim büyük çoğunluğun bunu isteyeceği merkezinde. Bu elbette “diktatörler sonsuza dek yaşasın” demek değil. Korkunun egemen olduğu bir düzende, can güvenliği ve karın tokluğu karşılığında diktatöre boyun eğmenin doğru olduğunu söylemek de değil. Kaldı ki Saddam döneminde Bağdat’ta görev yapmış biri olarak bu can güvenliğinin “herkes için geçerli” olmadığını da bilirim. Ama o insana nefes aldırmayan tek adam rejimini savaşla yok etmenin bir alternatifi olması gerekiyordu.
Şimdilerde pek tekrarlamak cesaretini pek bulamadığım bir görüşüm vardı. Yıllarca, demokrasinin dış askeri müdahalelerle getirilemeyeceğini; havadan paraşütle indirilemeyeceğini; karadan seyredeceğini; yerel örnekler yaratmanın önemli olduğunu; bu açıdan evrensel standartları yakalama yolunda mesafe almış bir Türkiye’nin AB’ne katılımının demokrasinin bölgede kök salması için en güçlü dinamiği en düşük maliyetle sağlayacağını savundum. Bunu söyleyen pek çok başkaları da vardı. Ne yazık ki, benim ve benim gibi düşünenlerin sesi ne Avrupa’da duyuldu ne de içerde. Neticede ileri değil geriye gittik.
Başkan Obama, 28 Ocak tarihinde Kongre’de yaptığı “Birliğin Durumu” konuşmasında uzun uzadıya Amerikan ekonomisinin durumundan söz etti. Krizin geride kalmakta olduğuna vurgu yaptı. Bunun yanında, ABD’deki gelir dağılımı bozukluğuna işaret etti. “Eşitsizlik derinleşiyor.” dedi. Üst gelir grubuna çıkışların durduğunu söyledi. Orta sınıfı güçlendirme gereğine dikkat çekti. Eğitimde fırsat eşitliğinin önemine değindi.
ABD’de nüfusun % 1’i milli gelirin yaklaşık %25’ini alıyor.
Afganistan ve Irak savaşlarının maliyeti trilyonlarca dolar.
Netice itibariyle Başkan Obama, ülkesinin sürekli savaş halinde olmaması gerektiğini; diplomasiye, siyasi çözümlere, demokrasi mücadelesi veren ülkelerin askeri olmayan yöntemlerle desteklenmesine, demokrasiyi inşa etmek ve yaşatmak için gerekli ulusal yeteneklerin geliştirilmesine, daha açık bir deyişle, “siyaset kültürü” standartlarının yükseltilmesine öncelik vereceğini söylüyor.
Bugüne kadarki deneyimler Başkan’ın haklı olduğunu gösteriyor. Oysa eskiden Amerika’nın “dünyanın jandarması” olmasını eleştirenler, şimdi eski deyimiyle “infiradcılık” (kendini dünyadan çekme, izole etme) olarak tanımladıkları bu tutumu beğenmiyorlar. Sonuçlar saklı kalmak koşuluyla, Amerikan diplomasisinin yıllardır en aktif dönemini yaşadığını görmek istemiyorlar.
Başkan Obama’nın yaklaşımı, küresel bir gücün olanaklarının dahi sınırı bulunduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla bizim de küresel iddiaları bırakıp bir bölgesel güç olmakla kanaat etmemiz ve bunu başarabilirsek gurur duymamız gerekiyor. Ancak böyle bir güç olmak da kolay değil ve dört temel koşulu var: “ileri” sıfatına gerek göstermeyen gerçek bir demokrasi, güçlü bir ekonomi, güçlü silahlı kuvvetler ve çevreyle uyumlu ilişkiler. Bunlar olmayınca bölgesel güç olmak da mümkün değil. O zaman belki olsa olsa yöresel güç olunabiliyor. Ona da “güç” denebilirse…
Yeni ABD siyaseti şöyle de okunabilir: Artık herkesin evini düzene koymasının sorumluluğu ile yüzleşme zamanı geldi.