19 Ocak 2014
Başkan Obama ve İngiltere Başbakanı David Cameron, 2013 Mart ayı ortasında Washington Post gazetesinde yayınladıkları ortak makalede şöyle demişlerdi: “Afganistan’daki uluslararası güce en büyük katkıyı yapan iki ülke olarak, askerlerimizin el Kaide’nin yapısının çökertilmesinde, Taliban’ın gücünün kırılmasında ve Afgan güvenlik güçlerinin eğitiminde kaydettikleri başarıdan gurur duymaktayız. Ancak, son gelişmelerin de ortaya koyduğu üzere bu, güç bir görev olma niteliğini korumaktadır…”
10 Nisan 2013 tarihli Guardian gazetesi ise, İngiltere Savunma Bakanı Philip Hammond’un, “2014’ün sonunda Amerikan, İngiliz ve diğer NATO kuvvetlerinin çekilmesinden sonra Afganistan’da neler olacağını kimsenin öngöremeyeceğini” söylediğini bildirdi. Gazeteye göre Bakan şöyle konuşmuştu: “Afganistan, daha biz orada görev üstlenmeden parçalanmış, birçok etnik unsuru bünyesinde barındıran son derece karmaşık toplum yapısına bir sahip ülkeydi. Bizim orada geleceği belirleme yeteneğimiz sınırlıdır… Uzun vadede bulunacak çözüm dışarıdan dayatılamaz; bu bir Afgan çözümü olmak zorundadır.”
İlk bakışta ortak makalenin ihtiyatlı iyimserliği ile İngiltere Savunma Bakanının söyledikleri çelişiyor gibi görünse de aslında öyle değil. Satır aralarını okur ve bunu geçmiş yılların üst düzeyli beyanlarıyla yan yana koyacak olursak bunların hepsinde geleceğe dönük bir kaygı yansıtıldığını görürüz. Aradaki fark, Bakan Hammond’un durumu daha açık ifadelerle dile getirmiş olmasıdır.
Afganistan’da güvenlik 2001 yılında düzenlenen Bonn toplantısında alınan karar çerçevesinde oluşturulan Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (ISAF – International Security Assistance Force) tarafından sağlanmakta. ISAF 2003’den bu yana NATO komutasında. Mevcudunun büyük kısmını ABD Silahlı Kuvvetleri oluşturuyor. Aralık 2013 itibariyle ISAF bünyesinde 60,000 Amerikan, 7953 İngiliz, 3084 Alman ve 2822 İtalyan askeri personeli bulunuyor. Türkiye de 1035 personelle bunları izleyen ve binin üzerinde mevcudu olan beş ülkeden biri. ISAF’a iki kez komuta etti. ISAF’ın personel mevcudu şu sırada 84,000 dolayında ancak daha önceleri bu 100,000’in üzerinde idi; hatta bir ara 133,000’e ulaşmıştı. Sayılara biraz ayrıntısıyla değinmemin nedeni uluslararası toplumun on yıldır Afganistan’da üstlenmiş olduğu görevin çapına ışık tutmaktır. Elbette üstlenilen misyon güvenlik yanında siyasi istikrarın, ekonomik ve sosyal kalkınmanın sağlanması idi. Nitekim ISAF, güvenlik yanında, il imar ekipleri aracılığıyla yeniden imar, kalkınma, iyi yönetim, insan hakları gibi alanlarda da faaliyet göstermekte. ISAF yanında başka uluslararası kurum ve mekanizmalar da devrede. Buna rağmen gelinen nokta, yukarıdaki beyanlardan da anlaşılacağı üzere güven vermemektedir. 17 Ocak 2014 tarihinde Kabil’in merkezindeki bir restorana düzenlenen saldırıda, aralarında IMF’nin Kabil Ofisi Temsilcisinin ve 4 BM çalışanı dahil 13 yabancının ve 8 Afganlının hayatlarını kaybetmeleriyle sonuçlanan ve Taliban’ın üstlendiği terör eylemi güvenlik durumundaki kırılganlığının son örneğidir.
Bunun neden böyle olduğunu ortaya koyabilmek bakımından Afganistan’a ilişkin birkaç temel gözlemi şöylece sıralayabilirim:
- Yaklaşık 30 milyon nüfusa sahip ülke “Asya’nın kalbi” olarak da nitelendirilen stratejik bir konuma sahiptir. Bu niteliği ile tarih boyunca çeşitli güçlerin ve komşularının nüfuz mücadelesine sahne olmuştur.
- Ülkeye etnik, mezhepsel ve bölgesel bölünmeler egemendir.
- Dış güçlere karşı müstesna bir direnç gösterebilen Afgan halkı ulusal asgari müşterekler üzerinde birleşmekte zorlanmıştır.
- 2008’de ülke nüfusunun yaklaşık %36’sı fakirlik sınırının altında yaşamaktaydı. 2012 itibariyle, kişi başına milli gelir 680 dolardı. 2013 için bu 1,000 olarak da veriliyor. Gelir dağılımı ise ayrı bir sorun. Okula kayıt son yıllarda önemli bir yükselme göstermiş olsa da, kişi başına eğitim yılı ortalaması 3 civarındadır. Hedef 8’dir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından yayınlanmış olan 2013 yılına ilişkin insani gelişim raporunda, Afganistan genel sıralamada 175. kadın-erkek eşitliğinde ise 147. durumdadır.
- 2001’den bu yana, belirli sektörlerde ilerleme sağlanmış olmakla birlikte ülke elan tek başına altından kalkılması neredeyse olanaksız siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarla karşı karşıyadır.
ABD ve onun önderliğindeki uluslararası koalisyon Irak askeri müdahalesi ile önceliğini değiştirmese ve Afganistan’a odaklanmış kalsaydı tablo temelde çok farklı olmasa da bugünkünden daha iyi olabilirdi. “Daha iyi” diyorum zira bu Afganistan’ın sorunlarına tam bir odaklanmaya imkan sağlayabilirdi. “Temelde çok farklı olmasa da” diyorum çünkü kökü asırlar öncesine giden sorunları on yıllar içinde çözümlemek ve demokrasiyi tesis etmek olanaksızdır.
Afganistan’ın sorunları, daha açık bir deyişle Afganistan’ın bugünü, yarını ve uluslararası toplumun bu ülkeye karşı taahhütleri, Aralık 2001’de Bonn’da başlayan uluslararası konferanslar dizisi çerçevesinde ve NATO’da son on yıl boyunca defalarca tartışılmış ve bildirilere konu olmuştur. Söylenenlerde büyük bir değişiklik yoktur.
Afganistan’da ilerlemeyi engellediği öne sürülen sorunlar hep aynıdır. Bunlar, uluslararası yardımların yetersizliği, iyi kullanılamadığı; Afganlılara ulaşmadığı; yardımı veren ülke firmalarının üstlendiği projelere tahsis edildiği; çok daha fazlasının Taliban’ı askeri yöntemlerle dize getirecek operasyonlara ve Afgan silahlı kuvvetleriyle polisinin güçlendirilmesine harcandığı; burada da beklentilerin tam olarak karşılanamadığı; Afgan Hükümetinin etkin ve şeffaf bir yapıya kavuşamadığı; yolsuzluk ve rüşvetin önünün alınamadığıdır. Bunlar sayıldıktan sonra vurgulanan da hep “yeni bir yaklaşım gerektiği” olmuştur. O yaklaşım hâlâ aranıyor ama Afganistan’dan çekilme zamanı da yaklaşıyor. Bunun anlamı, “uluslararası toplum”un üzerinde en fazla fikir birliği bulunan bir sorunun aşılmasında dahi yeterince etkin olamadığıdır. Bunu şöyle ifade etmek de mümkün: her ulus gibi, Afganistan’ın geleceğini de belirleyecek olan neticede Afganlılardır.
Afganistan bağlamında son yıllarda giderek güçlenen eğilim, ülkeye istikrar getirme çabalarının giderek daha fazla “Afganlılaştırılması” olmuştur. Aslında bu yeni bir yaklaşım değildir. 1980’lerin ortalarında, içerde ve dışarıda önemli sıkıntılarla karşı karşıya bulunan Sovyetler Birliği yönetimi de, Afganistan’daki taahhütlerini azaltıp oradan çekilmenin yolunu yine “Afganlılaştırma”da aramıştı. Bu da anlaşılabilir çünkü Afganistan’ın asgari bir istikrara kavuşturulmasının önemi hükümetler düzeyinde kavranmış olsa da ulusal kamu oylarından gelen, can kaybının ve “bu iş fazla uzadı” anlayışının ağırlaştırdığı bir çekilme baskısı vardır. Kimse ucu açık biçimde orada kalmayı istememektedir. Bu çerçevede varılmış bulunan genel anlayış, 2014 sonunda ISAF’ın kuvvet düzeyinde ciddi indirimlere gidilmesi, “muharip görevlerin” Afgan ulusal kuvvetlerine bırakılması, ISAF faaliyetinin bu kuvvetlerin eğitimi ve diğer sivil çabalarla sınırlı kalmasıdır. Bu çerçevede söylenen, ABD’nin Afganistan’daki kuvvetlerini 10,000’in altına indireceğidir.
ABD ve Afganistan, 2014’e yönelik hazırlıklar bağlamında, 1 Mayıs 2012 tarihinde “Sürekli Stratejik Ortaklık Anlaşması”nı imzaladılar. Temmuz ayında, Başkan Obama Afganistan’ı “NATO üyesi olmayan önemli müttefik” ilan etti. Şimdi gündemde olan ve üzerinde mutabakata varılmasında bazı güçlükler yaşanan önemli belge ise, ABD kuvvetlerinin 2014 sonrasında da ülkede kalmasına olanak verecek ikili güvenlik anlaşması. Bu güçlüklerin başta geleninin, Afganistan’da kalacak Amerikan askerlerine tanınması istenen yargı bağışıklığı olduğu anlaşılıyor. ABD askerinin Irak’tan tamamen çekilmesinde Bağdat yönetiminin buna yanaşmaması önemli rol oynamıştı. Cumhurbaşkanı Karzai ABD’den en iyi koşulları sağlamak için direniyor, sert çıkıyor görünmekle beraber bunun biraz da içerde pozisyonunu güçlendirmeye yönelik olduğu hissediliyor.
Başkan Obama’nın 24 Eylül 2013 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna hitaben yaptığı konuşmada yer alan şu ifadeler, ABD’nin bölgesel sorunlara nasıl yaklaşmakta olduğuna ışık tutmaktadır:
“… Amerika, kendi öz çıkarları gerektirdiğinde, en yüksek uluslararası standartları karşılamayan hükümetlerle de işbirliği yapacaktır. Ancak bu, ne farklı görüşleri bastırmak için şiddet kullanılmasına karşı çıkmamıza ne de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesindeki ilkeleri savunmamıza engel teşkil etmeyecektir… Irak örneği bize demokrasinin askeri güçle dayatılamayacağını göstermiştir… Amerika, başka ülkelerin içişlerini yönlendirme yeteneği konusunda alçak gönüllü olmayı öğrenmiştir… Ancak, Suriye tartışmasının da gösterdiği üzere, dünya için tehlike, Amerika’nın başkalarının sorunlarına derinlemesine girmesi veya bölgedeki her sorunu kendisine aitmiş gibi üstlenmesi değil, tamamen geri çekilerek başka hiçbir ulusun doldurmaya hazır olmadığı bir liderlik boşluğu yaratmasıdır… Bu yanlış olur… Dolayısıyla, Amerika’nın öz çıkarları tehdit altında olmasa dahi, büyük katliamları önlemek ve insan haklarını savunmak için üzerimize düşeni yerine getirmeye hazır olacağız. Ama bu sorumluluğu tek başımıza üstlenemeyiz, üstlenmemeliyiz… Eğer hareketsiz kalmak veya savaşmak tercihlerine mahkum olmak istemiyorsak, hepimiz, (yani uluslararası toplum) temel düzenin bozulmasını önleyecek politikalar üretmekte daha başarılı olmalıyız.”
İşin önemli bir başka boyutu da savaşların maliyetidir. Harvard Üniversitesinden Prof. Linda Bilmes, Mart 2013’de yayınladığı çalışmada, Irak ve Afganistan askeri müdahalelerinin ABD’ne maliyetinin 4-6 trilyon dolar civarında olacağını söylüyor. Prof. Bilmes’in bu rakama ulaşmasında şu unsurlar öne çıkıyor: savaş malullerine sağlanan çeşitli destekler için ödenmekte olan meblağlardaki sürekli artış; yıpranan veya elden çıkan askeri malzemenin zaman içerisinde yenilenmesi ihtiyacı; Bush döneminde vergiler indirilirken savaş masraflarının karşılanması için borçlanma yoluna gidilmiş olması. Bu borçlanmalar için Mart 2013 itibariyle ödenmiş olan faiz 260 milyar dolar. (Savaşların maliyetinin on yıllar boyunca nasıl artabileceğine Birinci ve İkinci Dünya Harplerinden örneklerle işaret eden bu çalışmaya ulaşmak isteyebilecekler için gidilecek adres şöyle: http://www.hks.harvard.edu/news-events/news/articles/bilmes-iraq-afghan-war-cost”)
Yine de benim görüşüm, Afganistan’dan çekilmenin Irak’takinden daha uzun sürebileceğidir. Filistin-Afganistan-Irak üçgenindeki sorunlar, başta Suriye iç savaşı olmak üzere Arap baharının hareketlendirdiği olumsuz dinamiklerle daha geniş bir alana yayılmaktadır. El Kaide’nin de bu durumdan yararlanarak yeni köprübaşları tutmaya çalıştığı yerler olmakla birlikte Afganistan’da verilmekte olan mücadelenin kaybedilmemesinin farklı bir anlamı vardır. Çünkü bugün yayılmakta olan sorun orada başlamıştır.
Afganistan, şu veya bu şekilde kendisine nispeten “aydınlık” diyebileceğimiz bir gelecek çizemediği ve Taliban-El Kaide ikilisi ülkeye egemen olup, radikal söylem ve eylemleriyle geniş bir çevreyi rahatsız etmeye başladığı takdirde bölgede bugüne kadar hatıra gelmeyen işbirlikleri dahi gündeme gelebilir. Zira genişçe bir çevrede, başta ABD olmak üzere Batı, Rusya ve hatta Çin için artan güncel tehdit, “radikalizm/cihadizm” olarak tanımlanmaktadır. Müslüman ülkeler, radikallerle aralarına bugüne kadar olduğundan çok daha açık biçimde mesafe koyamadıkları, onları dışlamadıkları, Suriye örneğinde olduğu üzere onlarla karmaşık tertiplere girmeyi sürdürdükleri takdirde bu kültürlerarası barış için de bir tehdit oluşturacaktır. Fransa’dan Suriye iç savaşında, bir kısmı radikaller safında çarpışmaya gidenlerin sayısı 240 imiş. Bu ve benzeri durumlar, Batı ülkelerinde yerleşik Müslüman nüfus için de bir huzursuzluk kaynağıdır zira kendilerine kuşku ile bakılmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla bu karmaşada Türkiye’nin kendisini doğru yere koyması geleceğimiz için artan bir önem taşıyor.
En azından Türkiye’nin de, ABD gibi, başka ülkelerin içişlerini yönlendirme konusunda alçak gönüllü olmayı öğrenmesi gerekiyor…