23 Ocak 2014
Cenevre II olarak adlandırılmakta olan Suriye barış görüşmelerinin 22 Ocak 2014 Çarşamba günü Montrö’de düzenlenecek açılıştan sonra Cuma günü Cenevre’de devamı kararlaştırılmış olduğu cihetle, bu haftanın ilginç gelişmelere, son dakika manevralarına sahne olacağı belliydi. (Bu arada, açılış toplantısının gerçekleştirildiği Montreux Palace’ın, 1936 Boğazlar Sözleşmesinin imzalandığı, benim de genç bir heyet mensubu olarak katıldığım 10-11 Mart 1978 Ecevit-Karamanlis zirvesinin düzenlendiği otel olduğunu kaydedeyim.)
Haftanın ilk gününe damgasını vuran İran oldu. Çünkü BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, Cenevre II’ye katılıp katılamayacağı, katılmak için ne yapması gerektiği bir süredir tartışılan İran’ı anılan toplantıya davet ettiğini açıkladı. Oysa ABD ve Suriye muhalefetini destekleyen ülkeler, İran’ın anılan toplantıya katılabilmek için Cenevre I bildirisini kabul etmesi gerektiğini söylemekteydiler. ( Bu bildirinin içeriği için “Suriye Barış Görüşmeleri Öncesi Tablo” başlıklı yazıma bakabilirsiniz.) Suudi Arabistan gibi bazılarının istediği ise İran’ın bu toplantıya hiç katılmamasıydı.
BM Genel Sekreteri açıklamasında, İran yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde muhataplarının toplantıda “çok yapıcı, önemli ve olumlu bir rol oynamayı taahhüt ettiklerini”, kendisinin ve İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in “müzakerelerin amacının tüm yürütme yetkisine sahip bir geçiş dönemi yönetiminin karşılıklı rıza ile tesisi olduğu noktasında mutabık bulunduklarını” söyledi. Kanımca bu ifadeler “Cenevre I” denilmese bile, bildiride söylenenden farklı değildi.
Bu gelişme üzerine ABD derhal bir açıklama yaparak İran’ın Cenevre I bildirisini kabul ettiğini hiçbir zaman açıkça söylememiş olduğunu, ayrıca İran’ın, Beşar Esad’ın halkına karşı yürütmekte olduğu acımasız saldırılara destek verdiğini, dolayısıyla İran bildiriyi kabul ettiğini kesin ifadelerle belirtmediği takdirde Genel Sekreterin davetini geri çekmesi gerektiğini duyurdu. Suriye muhalefeti, İran’ın gelmesi durumunda Cenevre II’ye katılmayabileceğini açıkladı. Bir anda, onca çaba sonucu gerçekleştirilme noktasına gelen Cenevre II’nin suya düşmekte mi olduğu sorusu sorulmaya başlandı.
İşin ilginç yönü, ortalık bu davetle karışmışken İran, kendisi ile P5+1’in üzerinde mutabık kaldıkları “Ortak Eylem Planı” uyarınca, Batı’da en fazla kaygı yaratan uranyum zenginleştirme faaliyetini (%5’in üzerine çıkan) durdurduğunu ve diğer taahhütlerini de yerine getirmeye başladığını açıkladı. Keyfiyet Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından da teyit edildi. Bunun üzerine ABD ve AB, İran’a karşı uyguladıkları ekonomik yaptırımlarda vaad ettikleri sınırlı yumuşama önlemlerini altı ay süreyle yürürlüğe koymakta olduklarını duyurdular. (Hedef, bu altı ay zarfında kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılması ve bunun da bir yıl içerisinde uygulamaya konulmasıdır.) ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jen Psaki, açıklamasında, bu gelişmenin sorunun barışçı yollardan çözümü için benzeri görülmemiş bir fırsat (“unprecedented opportunity”) yarattığını ifade etti.
Ancak neticede BM Genel Sekreteri, İranlı yetkililerle görüşmelerinde kendisine söylenenlerle, daha sonra yapılan açıklamalar arasında uyumsuzluk bulunduğu gerekçesiyle davetini geri çekti. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov bunu “affedilmez bir hata” olarak nitelendirdi. Daha sonra da sözlerini, “yanlış ama felaket değil” şeklinde yumuşattı.
İran’ın Esad’a her türlü desteği verdiği doğru ancak muhalefete her türlü desteği veren, el Kaide’nin bölgede zemin kazanmasına şöyle veya böyle imkan sağlayanlar da var. İran da önemli ve “yok” sayılamayacak bir bölge ülkesi. Dolayısıyla Cenevre II’ye katılması yerinde olurdu.
Bu olayda sorumluluk sadece Genel Sekreter’e mi aittir? Kimseye danışmadan kişisel bir inisiyatif mi almıştır? ABD ile danışmamış olması mümkün olabilir mi? İran nükleer programına ilişkin gelişmenin olumlu yansımalarının Tahran’ın Cenevre II’ye katılmasına ilişkin muhalefeti yumuşatacağını mı düşünmüştür? Birileri tarafından yanıltılmış mıdır? BM basın sözcüsü, “Genel Sekreter’in açıklamasının ABD için bir sürpriz olmaması gerektiğini, zira bunun zamanlamasını bildiklerini” ifade ediyor. İran Dışişleri Bakanı Zarif, “Genel Sekreterin daveti geri almasının gerçek nedenini açıklayamamış olmasını üzücü bulduğunu” söylüyor.
Bu ve benzeri soruların yanıtları zamanla ortaya çıkacaktır. Ancak neresinden bakılırsa bakılsın “İran’ın daveti sorunu”, Ban Ki-Moon açısından “can sıkıcı bir durum” olmuştur. Diplomaside bazen böyle olaylar yaşanabiliyor ancak aklıselim egemen olunca, “şimdi bunu bırakıp, ileri bakalım, gündemde daha önemli işler var” denebiliyor. Doğru olan da budur ve Genel Sekreter de bunu yaptı.
Bunlar 20 Ocak 2014 Pazartesi gününün gelişmeleriydi.
21 Ocak Salı gününün “sürpriz gelişmesi” ise, Esad yönetiminin yaklaşık 11,000 tutukluyu nasıl işkence edilerek öldürüldüğüne ilişkin fotoğrafların ve buna dayanılarak hazırlanmış, Esad yönetimini suçlayan bir raporun yayınlanması oldu. Rapor, Katar için çalışan bir hukuk firmasının bir araya getirdiği altı uzman tarafından hazırlanmış. Bunlar arasında Uluslararası Suçlar Mahkemesinde savcılık yapmış üç kişi de bulunuyor. Dolayısıyla ciddiye alınması gerekiyor. İşin doğrusu, Suriye’de gerek rejim gerek muhalifler tarafından insanlığa karşı suçlar işlendiğinde kuşku yok. Bunlar zamanı geldiğinde hesabı sorulması gereken ve sorulacağında kuşkum olmayan suçlar. Ancak, bu açıklamaların zamanlaması, amacın, Cenevre II öncesinde, Esad aleyhinde esasen mevcut olumsuz hissiyatı keskinleştirmek olduğunu ortaya koymaktaydı. Günün birinde bir “Suriye Savaş Suçları Mahkemesi” kurulduğu takdirde rejim bakımından orada kimlerin sanık sandalyesine oturacağını saptamak herhalde zor olmayacak. Ama el Kaideciler veya onlarla bağlantılı olanlar dahil muhaliflerden aynı sandalyeye oturması gerekenleri arayıp bulmak sorun teşkil edecek.
Neticede, Cenevre II toplantısı, öngörüldüğü şekilde, 22 Ocak 2014 Çarşamba günü kırka yakın ülkenin, BM, AB, Arap Ligi ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın katılımıyla Montrö’de başladı.
Açılış toplantısı beklendiği gibi gergin geçti. ABD Dışişleri Bakanı Kerry Cenevre I bildirisinde kurulması öngörülen geçiş yönetiminde ve Suriye’nin geleceğinde Esad’a yer olamayacağını güçlü ifadelerle dile getirdi. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov buna tarafların karar vereceğini, kimsenin sürece görüşlerini dayatamayacağını belirtti. Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim Şam yönetiminin görüşlerini savunurken, Türkiye dahil, muhalefete destek veren ülkeleri suçladı; özellikle Batı’da kaygı uyandırdığını bildiği için el Kaide tehlikesini vurguladı. Suriye Ulusal Koalisyonu Başkanı Ahmet Cerba, Esad’ı hedef alan, aşırıların bölgede zemin kazanmakta olmasından onu sorumlu tutan bir konuşma yaptı. Özetle herkes, diplomaside “maksimalist” olarak tanımlanan en ileri tutumunu ortaya koydu.
Cenevre II’nin birinci günü sonunda genellikle ifade edilen kanaat, bu sürecin son derece zor olacağından kuşku duyulmaması gerektiği idi. Birçok kişi, ABD ve Rusya’nın burada gösterecekleri işbirliğinin öneminin altını çiziyor. (Bu arada, konuyla hiç alakalı görünmese de, ABD ve Rusya’nın Soçi Kış Olimpiyatlarının güvenliği ve terörist eylemlere karşı alınabilecek önlemler konusunu ikili planda görüşmekte olduklarını kayda geçeyim.)
Bana ilginç gelen, Arap Ligi ile İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) Cenevre II katılımcıları/seyircileri arasında bulunmaları. Neden? Çünkü Suriye iç savaşı nasıl başlamış olursa olsun, bugün itibariyle bölgeye yayılan bir mezhep çatışması, Müslümanlar arası kanlı bir mücadeledir. Rejime ve muhaliflere destek verenler de esas itibariyle Arap/Müslüman ülkelerdir. Muhalefete destek veren Suudi Arabistan, Türkiye gibi ülkeler Birleşmiş Milletleri ve Güvenlik Konseyini Suriye katliamına seyirci kaldığı, olaya askeri bir müdahale ile son vermediği için eleştiriyorlar. Ancak mensubu oldukları Arap Ligi ve İİT bu tür eleştirilerden muaf tutuluyor. Bunun iki nedeni olabilir. Birincisi bu örgütleri eleştirmek bir yerde “özeleştiri” anlamı taşır ki bölge kültüründe böyle bir kavram yok. İkinci ihtimal bu iki örgüte hiçbir ciddi ümit bağlanmamış olması ki bu da gurur duyulacak bir durum değil. Bana kalırsa, önümüzdeki dönemde Cenevre sürecinde barış yönünde bir ivme sağlanamadığı takdirde, BM, ABD ve Rusya üçlüsü, İslam İşbirliği Teşkilatı’nı New York’da, BM merkezinde zirve düzeyinde toplanarak sorunu çözümlemeye, hiç değilse barış arayışlarına katkıda bulunmaya davet etmeliler. Bu söylediklerim biraz latife gibi geliyor olabilir ama ben ciddiyim. Çünkü birçok ülke bakımından laf üretme döneminin bittiği ve sorumluluk üstlenme zamanının geldiğine inanıyorum.
Montrö toplantısında Türkiye de beklendiği gibi “Eset” odaklı bilinen söylemini tekrarladı.
Bu vesileyle, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Altıncı Büyükelçiler Konferansı vesilesiyle verdikleri öğle yemeğinde yaptıkları konuşmadan, bölgeyle ilgili bir bölümü bilginize sunmakta yarar görmekteyim (Vurgular bana aittir.):
“Ancak benim bilhassa dikkat çekmek istediğim birkaç temel nokta vardır.
“Önce, güvenlik algılamalarının köklü biçimde değiştiği bir süreçten geçiyoruz. 1979’da İran Devrimi ve Sovyetler’in Afganistan’ı işgaliyle başlayan; İran-Irak Savaşı ve nihayetinde Birinci Körfez Savaşı’yla devam eden süreçte, yakın coğrafyamızdaki stratejik iklimde radikal bir değişiklik meydana gelmiştir.
“Neredeyse geçtiğimiz 30 yıl boyunca, bu stratejik gerçeklerin milli güvenlik, dış politika ve ekonomi alanlarında ülkemize menfi yansımalarıyla, sosyo-ekonomik ve siyasi sonuçlarıyla mücadele etmek zorunda kaldık.
“Bu defa güneyimizde, 2003’teki Irak Savaşı’nın sonucunda ortaya çıkan jeopolitik deprem ve Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin tetiklemesiyle bölge içi güç dengelerinin kökten değiştiği bir durumla karşı karşıyayız. Bu köklü dönüşüm, yakın ve orta vadede, dış politikamızı ve milli güvenliğimizi çok daha yakından ilgilendirecektir.
“Özellikle Suriye’deki gelişmeler dikkate alındığında, ortaya çıkan tehditler ve potansiyel tehditler çok daha büyümektedir. Bir taraftan çok radikal akımlar, bir tarafıyla birbiriyle mücadele eden gruplar ve diğer taraftan da terör örgütü bağlantılı olarak da güneyimizde ve Suriye’deki otorite boşluğundan ortaya çıkan yeni gerçekler ve realiteler bizi tabii ki çok yakından ilgilendirmektedir: Eminim ki bütün bunlar bu konferansta ciddi biçimde ele alınacak ve herkesin demin söylediğim çerçevede, profesyonelce görüşlerini ortaya koymalarına ve buna karşı devletimizin tedbir almasına ve buna karşı politikalar geliştirilmesine de fırsat verecektir. Yine birçok vesile ile belirttiğim gibi çok uzun yıllar bu tablo ile ilgilenmek zorunda kalacağımız da bir gerçektir.
“Sizlerle bir yıl önce biraya geldiğimizde, Akdeniz Havzası’nın güney ve doğusunda yepyeni bir siyasi ve ekonomik tablonun ortaya çıktığını söylemiştim. Ancak son bir yılda bu iyimser tablodan hızlı bir uzaklaşma söz konusudur.
“Arap dünyasını tesiri altına alan ve barış, huzur, adalet, insan onuru gibi pozitif kavramlarla özdeşleşen özgürlük rüzgârları; yerini maalesef darbelere, iç çatışmalara ve jeopolitik çıkar eksenli vekalet savaşlarına terketti. Güneyimizde ayrıca, dini ve mezhepsel temelli kimlik siyasetinin öne çıktığı bir dönem de başladı.
“Dolayısıyla, bölgedeki bütün devletler yeni sorunlarla karşı karşıya ve ülkelerin ulusal kimlikleri, toprak bütünlükleri ve iç barışları sorgulanır hale geldi. Özetle, bölgeyi uzun yıllar boyunca etkisi altına alacak bir istikrarsızlık ve çatışma dönemine girmiş bulunuyoruz.
“Somutlaştırmak gerekirse, Irak-Suriye-Lübnan aksı adeta yeknesak bir cephe haline gelmiştir.
“Bu cephe, jeopolitik rekabet ve bölgesel nüfuz mücadelesinin uzantısı olan “vekalet savaşları”na sahne olmaktadır. Bölgede ortaya çıkan kırıcı rekabet sarkacının iki ucunda küresel değil, bölgesel aktörler bulunmaktadır. Bu aktörler, aralarındaki rekabeti, bölgedeki yeni fay hatlarından istifadeyle, bağlantılı oldukları yerel oyuncular üzerinden yürütmektedir.
“Ayrıca, uluslararası sistemde geleneksel olarak ağırlıklı bir konuma sahip olan ABD gibi aktörler, gelişmelerin olabildiğince dışında kalmaya ve kendilerini daha mesafeli biçimde konumlandırmaya da çalışmaktadırlar. Tarihin hiçbir döneminde görülmeyen çapraz düşmanlıklar ortaya çıkmakta ve bölgenin insan kaynakları, potansiyeli ve geleceği günbegün imha edilmektedir.
“Bugünkü fiili durum, bölgedeki her devlet, rejim ve bütün bölge halkları açısından “kaybet-kaybet’’ senaryosudur. Maalesef, bu senaryoyu tersine çevirecek sihirli formüllerin de olmadığını görüyoruz.
“Elbette karamsarlık aşılamak istemiyorum size. Siyasetin ve siyasetin bir parçası olarak gördüğüm diplomasinin, çözüm üretme becerisine her zaman inandım.
“Nitekim, diplomasinin esas işlevi, en zor sorunları çözmektir. Ancak, her çözümde ilk aşama, doğru tespit ve gerçekçi teşhistir. Gerek dahili, gerekse harici meselelerde çözümün anahtarı, ortak akıl, sağduyulu yaklaşım, diyalog ve muhatabı anlamayı sağlayacak empatidir.
“Ülkemizin güneyindeki bu gerçekler karşısında diplomasimizi ve güvenlik politikalarımızı, çevremizdeki merkezlerin tehdit algılamalarını da dikkate alarak yeniden kalibre etmemiz gerektiğini kanaatindeyim. Neticede, bölgede “kazan-kazan” senaryosunun gerçekleşmesi için neler yapılması gerektiği hususuna da muhakkak ki çok kafa yoruyoruz. Bunun yöntemi, sabır, soğukkanlılık, ısrar ve yeri geldiğinde hedefe ulaşabilmek için tabii ki, bazen sessiz, gizli diplomasidir. Ama diplomasi ile birçok güçlüğün aşılacağına inanıyorum…”
Bugün 24 Ocak Cuma, yani Şam yönetimiyle muhaliflerin masaya oturmaları beklenen gün. Perşembe günü ne olup bittiği hususunda uluslararası basına sızan fazla bir şey yok. Ortam karamsar olsa da, Suriye’nin ve Suriye’den önce ülkemin selameti, esenliği bakımından beklentim, günün sonunda olumlu bir gidişatın işaretlerinin ortaya çıkmasıdır.
Meslekte geçirdiğim yıllarda, özellikle çok taraflı toplantılarda, Suriyeli muhataplarımın sonsuz pazarlık gücüne, pazarlığın, retoriğin adeta kendi başına bir amaç haline gelebildiğine tanık olmuşumdur. Dolayısıyla, tarafları kısa sürede bir çözüme ikna etmek şöyle dursun, masada tutabilmek için gerekli sabrı gösterebildiği takdirde benim bir sonraki Nobel Barış Ödülüne adayım Lakhdar Brahimi’dir.