İran Nükleer Programına İlişkin “Ortak Eylem Planı”nın Uygulaması Başlarken

(Bu yazı, dostum ve meslektaşım Emekli Büyükelçi Yusuf Buluç’la birlikte kaleme alınmıştır.)

26 Ocak 2014

İran ve P5+1, yani Güvenlik Konseyinin daimi üyeleri ve Almanya, 23 Kasım 2013 tarihinde Cenevre’de, İran’ın nükleer programına ilişkin Ortak Eylem Planı üzerinde mutabakata vardılar.

Bu belge, teknik ayrıntıyı bir yana bırakacak olursak; İran’ın, nükleer silah üretiminin olmazsa olmazı uranyum zenginleştirme faaliyetini %5 düzeyinde dondurmasını, ileri   düzeyde zenginleştirilmiş uranyum stoklarını tasfiye etmesini, nükleer tesislerini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA)  yetkililerinin denetimine bugüne kadar olmadığı düzeyde açmasını, buna karşılık P5+1’in de yaptırımlar rejimine getirecekleri esneklikle İran’a yaklaşık 7 milyar dolarlık bir imkan sağlamasını içeriyordu. Cenevre mutabakatı sonrası verilen beyanatlardan, yayınlanan görüntülerden bu gelişmenin büyük memnuniyet yarattığı açıkça görülmekteydi. Ancak, herkes bunun bir ilk adım olduğunu vurgulamaya, aşırı iyimserliği aşağı çekmeye özen gösterdi. Zira bu mutabakatın altı ay süreyle geçerli olması, ancak karşılıklı rıza ile uzatılabilmesi nihai anlaşmanın ise bir yıl içinde uygulamaya konulması kararlaştırılmıştı.  Ortak Eylem Planının uygulamaya konulacağı tarih de bilahare, 20 Ocak 2014 olarak belirlenmişti.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, anılan tarihte, İran’ın Ortak Eylem Planının yürürlüğe konulması için gerekli şartları yerine getirdiğini açıkladı. Bunlar, İran’ın %5 üzerinde uranyum zenginleştirme faaliyetini durdurması, nükleer silah üretmek niyetinin önemli göstergelerinden biri telakki edilen %20’nin üzerinde zenginleştirme faaliyetine olanak verecek sistemleri çalışmaz hale getirmesi ve %20’nin üzerinde zenginleştirdiği uranyum stokunun yarısını tasfiye etmeye başlamasıydı. Bunların yanında, nükleer programı bağlamında İran’ın yapmaktan kaçınması gereken faaliyetler var. Şartlar bundan fazlasını içerse de biz burada durabiliriz. Önemli olan, IAEA’nın bunların hepsini denetleyecek olmasıdır.

Ortak Eylem Planı, bunlara karşılık, İran’a karşı uygulanmakta olan ekonomik yaptırımlarda sınırlı bir yumuşamaya gidilmesini öngörmekteydi. Bunun altı aylık uygulamasına başlandığı da yine 20 Ocak günü açıklandı.

Yaptırımlar rejimindeki sınırlı yumuşama petrokimya ürünlerini, altın ve bazı kıymetli madenleri, İran yolcu uçakları için yedek parça ve bakım hizmetlerini, yabancı bankalarda bloke edilmiş bulunan 4.2 milyar dolarlık mevduatın altı ay içerisinde ve %20 oranında zenginleştirilmiş uranyum stokunun tasfiyesi sürecine paralel olarak tedricen serbest bırakılmasını kapsamakta.

Amerikalı yetkililer, Ortak Eylem Planı’nın uygulamasına ilişkin bilgilendirme çalışmalarında, söz konusu 7 milyar doların İran ekonomisine katkısının sadece “bir damla”dan ibaret olduğunu; İran’ın önümüzdeki altı ayda ithalatı için 60-70 milyar dolara ihtiyaç duyacağını; dolayısıyla bu 7 milyar doların hiçbir sorunu  çözemeyeceğini; enflasyonun %40 civarında seyrettiği İran’da ekonominin geçen yıl %6 oranında küçüldüğünü; İran’ın elan yürürlükte olan petrol ihracına ilişkin yaptırımlar nedeniyle önümüzdeki altı ayda 30 milyar dolar kaybedeceğini vurguluyorlar.  Daha açık bir deyişle, İran’ın nükleer programına ilişkin taahhütleri karşılığında sağladığı ekonomik çıkarın fazla bir anlamı olmadığını; yaptırımların  yerinde durduğunu söylüyorlar.

Bu bağlamda ilginç bir başka gelişme daha var. O da, Avrupalı ülkelerin, nükleer programa ilişkin son resmi açıklamaların yapılmasını dahi beklemeden Tahran’a heyetler göndermeye başlamış olmaları.  17 Ocak 2014 tarihli “The New York Times” gazetesinde Thomas Erdbrink imzasıyla yer alan haberde şu ifadeler var:

“… Almanya, İtalya ve Finlandiya gibi eski Avrupalı ticaret ortaklarından gelen parlamento heyetleri bağları canlandırmaya istekliler… Yeni yılın ilk iki haftasında İran Avrupa’dan 2013 yılı boyunca gelen heyetlerden daha fazlasını ağırladı… İtalya Dışişleri Bakanı Emma Bonino, eski İngiltere Dışişleri Bakanı ve İran-İngiliz Dostluk Komitesi Başkanı Jack Straw gelenler arasında… İtalya ve Polonya Başbakanları için planlanmış ziyaretler var… Gelecek haftalarda İrlanda, İtalya ve Fransa’dan ticaret heyetleri bekleniyor… Elbette İran’a ilgi duyan Amerikan firmaları da var… İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Baş Danışmanı ve eski İran Ticaret Odası Başkanı Muhammed Nahavandiyan Eylül ayında New York’da önemli firma yöneticileriyle bir araya geldi… Mart ayında İranlı bir yatırım firması New York’da, İran’da iş yapma fırsatlarına ilişkin ve katılım ücreti 15,000 dolar olan bir seminer düzenliyor…”

Haberde, bu girişimlerin derhal sonuç vermesinin beklenmediği de kaydedilse bile gidişatın yönü belli. Avrupalılar dikkatlerini İran’a yoğunlaştırmış durumdalar. Bu nedenledir ki Amerikalı yetkililer şimdi bazı uyarılarda bulunma ihtiyacını hissediyorlar. Bu sınırlı yumuşamanın altı ay süreli olduğuna, bunun ötesine gidecek ekonomik/ticari düzenlemelerin yaptırımların ihlali olabileceğine dikkat çekiyorlar.

Genel görünüme bakarak şu gözlemlerde bulunabiliriz:

  • Hasan Ruhani’nin Cumhurbaşkanlığına seçilmesi ve Cevad Zarif’in de Dışişleri Bakanlığına getirmesiyle birlikte İran daha olumlu bir görüntü vermeye başlamıştır. Yaptırımların katkısıyla da olsa Tahran yönetiminin eski radikal tutumunu yumuşatması sonucu P5+1 ile varılan mutabakat bu görüntüyü güçlendirmiştir. Cumhurbaşkanı Ruhani Davos Ekonomik Forumunda bir ilgi odağı olmuştur. Söyledikleri içerik bakımından yepyeni olmasa bile üslubu farklıdır.
  • Bütün bunlar bir araya konulduğunda akla şu soru gelmekte: İran yıllardır başta ABD olmak üzere Batı’yı, İsrail’i hedef alan siyasetini terk mi ediyor? Kurumsal yapıların zayıf, liderlerin belirleyici olduğu Orta Doğu’da yeni bir Cumhurbaşkanı yeni bir siyaset demek olabilir mi? Bize göre söylenebilecek olan şudur: Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ama İran’da bir kurumsal yapı vardır ve hiç de zayıf değildir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Ruhani,  bu kurumsal yapının muhalif olacağı bir siyaseti izlemekte zorlanır. Nitekim kendisine büyük ümit bağlanmış olan ve İran ölçülerinde “reformcu” olarak tanımlanan eski Cumhurbaşkanı Hatemi, üstün kişisel yeteneklerine rağmen bu yapıyı aşamamış ve bekleneni verememişti.
  •  İran devriminden bu yana 35 yıl geçti ve rejim birçok dış baskıya rağmen ayakta kalmayı başardı. Bunun için onaylanması olanaksız yöntemler de kullandı. Bugün itibariyle, kendisini daha fazla güvende hissettiği; yıllardır yaşadığı tecritten çıkmayı; bölgede etkinliğini daha olumlu algılanacak bir eksende yürütmeyi;  yaptırımların ağır bedelini ödemekte olan halkına daha iyi ekonomik standartlar sunmayı isteyeceği bir noktaya gelmiş olabilir.
  • Edindiği nükleer teknolojiyi nükleer silaha dönüştürebileceğini kanıtlamış ve bu suretle nükleer eşik ülkesi statüsü kazanmış olan İran, ABD’ne ve Batılı ortaklarına uzlaşı aramak dışında gerçekçi bir seçenek bırakmamıştır. Orta Doğu’nun giderek ağırlaşan istikrarsızlık ortamı, Türkiye’nin istikrar sağlayıcı siyasi yetenek ve kozlarını tüketmesi de Batı’nın İran’a ihtiyacını arttırmıştır.
  • İsrail’in sık sık öne sürdüğü askeri seçenek, siyasi/askeri fizibilitesi kanıtlanamadığından ve bölgeyi büsbütün cehenneme çevireceği  değerlendirildiğinden, bir senaryo olmaktan öteye geçememiştir.
  •  Dolayısıyla şerefli ve herkesin bugüne kadarki söylemini öyle veya böyle kurtaracak bir uzlaşı, hem Batı hem İran için, özellikle İran’ın siyasi retoriğinin Ahmedinejat’ın saldırgan dilinden Ruhani ve Zarif’in varlığı sayesinde arındığı şartlarda, “en iyi tercih” veya “başka çıkış yok” niteliği kazanmıştır.
  • Başkan Obama’nın Suriye’den sonra veya onunla eş zamanlı olarak İran’la askeri çatışma olasılığının yerini müzakere masasına bırakmasında katkılarından yararlandığı Rusya’nın bölgede oyun kurucu olma yeteneği kanıtlanmıştır.
  • P5+1 ile İran arasında uygulamaya konulan mutabakatla, İran’ın nükleer silah üretme yeteneği ortadan kaldırılmış olmamakta, böyle bir silahın üretimi iki tarafın rızasıyla askıya alınmış olmaktadır. Bir başka deyişle, İran’ı uluslararası sisteme entegre etme sürecinin başlatılması hususunda ortak bir iradenin var olduğu açıktır.
  • Ancak Cenevre Ortak Eylem Planı siyasi bir senettir. Bunu, hayli zorlu teknik yönleriyle önce hukuki bağlayıcılığı olan bir anlaşmaya dönüştürmek ve sonra da  hedeflenen sonuçlara varmak bakımından, hem ABD öncülüğündeki Batı’nın hem İran’ın önünde uzunca bir süreç ve bunu aksaklıklara uğratabilecek, bir kısmı her iki tarafın iç siyasetinden kaynaklanan bir dizi engel ve belirsizlik mevcuttur.
  • Burada gerek Batı gerek İran tarafının dikkat etmesi gereken bir nokta var: O da nükleer programa ilişkin müzakerelere sonuna kadar olumlu bir siyasi ortamın egemen olması gerektiği. Buna neden dikkat çekiyoruz? İran’la Batı arasında güven tesisi elbette zaman alacaktır. Bu dönem karşılıklı hassasiyetler bakımından yüksek yoğunlukta bir zaman dilimi olacaktır. Dolayısıyla söylemlere dikkat edilmesi gerekmektedir. Diplomasi, her ne gerekçe ile olursa olsun, “dize getirme” anlayışını çağrıştıracak söylemlere karşı duyarlıdır.
  • Gerek ABD’de gerek İran’da bu anlaşmaya muhalif olanların bulunduğu sır değil. İsrail de kuşkularını gizlemiyor. Kongre’de ilave yaptırımlar uygulanmasını isteyenler var. Bu çevrelerin teskin edilmesi, yatıştırılması gerekiyor. Tahran yönetimi de halkına nükleer programına getirmeyi kabul ettiği sınırlamalar karşılığında bir şeyler elde edebildiğini göstermek ihtiyacında. Ancak, İran’ın Ortak Eylem Planı karşılığında elde ettiği avantajın bir “hiç”ten ibaret olduğu anlamına gelebilecek veya “yaptırımların şimdiden buharlaşmakta olduğunu” çağrıştıracak söylemler sürece katkı sağlamaz. “Ortak Eylem Planı” tüm dünyanın ama özellikle bölgemizin geleceği bakımından olumlu bir gelişmedir ve ivmenin kaybedilmemesi gerekmektedir.
  • İran nükleer programı konusunda sonuca varılabildiği takdirde İran’ın küresel ve bölgesel profili yükselecek ve ülkeye bir dış yatırım yarışı başlayacaktır. İran güçlenecektir. Böyle bir gelişme Türkiye’nin konumunu etkiler mi? Etkiler, ama iki ülke arasındaki ilişkilere bir tahterevalli oyunu olarak bakmamamız lazım. Bölgesel güvenlik ve istikrara katkı yapacak her gelişme, özellikle yaşamakta olduğumuz karmaşa döneminde, Türkiye’nin de çıkarlarına hizmet edecektir.

Bizim profilimizi yükseltmek için ne yapmamız gerektiği bahsine gelince, bütün söyleyebileceğimiz, yine birlikte kaleme aldığımız ve Cumhuriyet gazetesinin 27 Kasım 2013 tarihli nüshasında yayınlanan yazının bir paragrafını tekrardan ibarettir:

Türkiye olarak asla ve asla unutmamamız gerek temel gerçek, dış politika alanındaki gücümüzün içerde güçlü, yani laik, demokrat ve özgürlükçü bir ülke olmamızla doğrudan bağlantılı olduğudur. Stratejik konumumuz, ekonomik performansımız, askeri gücümüz, mega projeler, nükleer enerji santralleri, bir enerji hattı hattına dönüşmemiz de kuşkusuz önemlidir ancak bunların tümü, gerçek bir demokrasi olmanın getirisini, yumuşak gücün etkinliğini sağlayamaz.”

 

 

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s