6 Aralık 2013
Libya’da rejim değişikliğini sağlamak, daha doğru bir deyimle Batı’nın askeri müdahalesiyle Kaddafi’yi saf dışı bırakmak göreceli olarak kolay bir işti. İngiltere ve Fransa başı çekti. ABD onlara katıldı. Güvenlik Konseyinden bir karar çıkartıldı. Arap Ligi ve Afrika Birliği de buna yarı gönüllü bir destek verdiler. Libya’nın Avrupa’ya yakınlığı da askeri müdahale bakımından büyük kolaylık sağladı.
Suriye daha çetin bir ceviz çıkmıştır.
Tunus, Mısır, Libya ve Yemen deneyimlerinin muhalefet direndiğinde liderlerin gönderilebildiğini göstermiş bulunması Esad’ın işini zorlaştırmış ve muhalefeti cesaretlendirmiştir. Libya’daki gelişmeler bir anlamda Suriye Yönetimine zaman kazandırmış, ancak Beşar Esad bu son fırsat dönemini de değerlendirmekte başarısız olmuştur.
Suriyeli muhaliflerin sokağa dökülmesinden sonra Arap Ligi, Esad yönetiminin siyasi tutukluları serbest bırakmasını ve iki hafta içinde muhalefetle diyaloga girmesini öngören bir eylem planı açıklamıştır. Daha sonra da Şam’a ültimatom üzerine ültimatom vermiş, üyeliğini askıya almış ve bir dizi siyasi ve ekonomik önlemi yürürlüğe koymuştur. Bu girişimler hiçbir sonuç vermemiştir.
Esasen Arap Ligi’ni Suriye’deki gelişmelere ilişkin tutumunu belirleyen temel unsurlar, Libya örneğindekinden çok farklı değildi. Lig üyelerinin önceliği, Suriye sorununun şu veya bu şekilde bir an önce gündemden çıkarılması ve kendi muhalefetlerini cesaretlendirici yeni bir örnek oluşturmamasıydı.
Şam Yönetiminin muhaliflere karşı şiddet kullanmaktan vazgeçmediği noktasından hareket eden Batılı ülkeler, Libya örneğinde olduğu üzere, Arap Ligi’ni yanlarına alarak BM Güvenlik Konseyi’ne bir karar tasarısı sundular. Şam Yönetimini şiddeti derhal sonlandırmaya çağıran ve Arap Ligi tarafından geliştirilen yeni bir plana destek veren tasarı, beklenebileceği üzere, 4 Şubat 2012 tarihinde, Rusya Federasyonu ve Çin’in vetosu nedeniyle reddedildi. Yemen’de varılan uzlaşıdan ilham aldığı söylenen Arap Ligi planı, Cumhurbaşkanı Esad’ın yerini yardımcılarından birine bırakarak çekilmesini, bir birlik hükümeti kurulmasını, daha sonra da parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidilmesini öngörmekteydi. Suriye’ye bir askeri müdahale öngörmemekteydi. Ancak, BM Güvenlik Konseyinde alınan bu tür kararların, bir sonraki aşamada önerilecek yeni ve daha kuvvetli bir tasarı için zemin teşkil ettiği ve nihai hedefe bir süreç içerisinde ulaşıldığını da unutmamak gerekir.
Güvenlik Konseyindeki tıkanma, Batılıların, “Suriye’nin Dostları” girişimi çerçevesinde (ki bu daha sonra “Suriye Halklarının Dostları”na dönüşmüştür) muhalefete artan düzeyde destek vermeye başlamalarına yol açmıştır. Ancak arazideki durum değişmemiştir. Tek yenilik, cihadist savaşçıların dışarıdan ülkeye akmaya başlamaları ve muhaliflerin elindeki toprakların önemli bir bölümünde, özellikle de kuzey Suriye’de kontrolü ele geçirmeleri olmuştur.
Durum böyle iken, başkent Şam’ın Guta semtinde kimyasal silah kullanılması yeni bir dinamik yaratmıştır. Başkan Obama Suriye’ye karşı cezalandırıcı bir askeri müdahalede bulunacağını açıklamış, nefesler tutulmuştur. Ancak Rusya Federasyonu’nun bir son dakika diplomatik girişimi tabloyu değiştirmiş ve Obama’nın söz konusu harekat için Kongre’den onay istemeyi ertelemesiyle iş tekrar diplomasi kulvarına girmiştir.
Neticede, ABD ve Rusya, ilişkilerinin “soğuk” olarak nitelendirilebilecek bir döneminde, 14 Eylül 2013 tarihinde, Cenevre’de, “Suriye’nin Kimyasal Silahlarının Tasfiyesine İlişkin Çerçeve” üzerinde mutabakata vardılar. Bu mutabakatın mimarları olan Dışişleri Bakanları, John Kerry ve Sergey Lavrov, uzun bir basın toplantısı ile metni dünya kamuoyuna açıkladılar.
Basın toplantısında John Kerry, ABD ve Rusya’nın öteden beri, Suriye sorununun askeri değil siyasi yöntemlerle, müzakere masasında çözümlenebileceği noktasında görüş birliği içinde olduklarını, dolayısıyla siyasi süreci canlandırmaya ve silahsızlandırma ile arasında paralellik sağlamaya yönelik bir çaba içerisine gireceklerini açık biçimde dile getirdi.
Cenevre’de üzerinde mutabık kalınan silahsızlandırma süreci büyük zorluklar içermesine karşın şu ana kadar kaydedilen gelişme ümit vericidir. Denetlemeler tamamlanmış ve Suriye’nin bu tür silah üretme kapasitesi yok edilmiştir. Şu aşamada en önemli mesele eldeki kimyasal silahların nerede imha edileceğidir zira bunun Suriye’de yapılması büyük güvenlik riskleri içermektedir. Özellikle ABD’nin bu konuda yoğun bir çaba harcadığı anlaşılmaktadır. Umarım basına yansımış olan denizde imha düşüncesi bu defa çevre sorunu tartışmalarına yol açmaz.
Öte yandan, siyasi/diplomatik sürecin canlandırılmasında da büyük sorunlar vardır.
Birincisi Suriye muhalefeti bölünmüş durumdadır. El Kaide ve benzeri grupların mevcudiyeti muhalefet için önemli bir sorun ve tehdit kaynağı oluşturmaktadır. Bazı muhalifler görüşme masasına oturmadan önce arazideki durumlarını güçlendirmeyi istemektedirler.
İkincisi, geçici hükümetin kurulması, siyasi dönüşüm için bir yol haritası belirlenmesi, Cumhurbaşkanı Esad’ın konumu gibi hususlar serinkanlılık ve uzlaşı gerektirmektedir.
Üçüncüsü, Cenevre’de ABD ile Rusya Federasyonu arasında varılmış bulunan mutabakat bazı bölge ülkelerini mutlu etmemiştir. Bunların başında da Türkiye ve Suudi Arabistan gelmektedir. Dolayısıyla onların da, soruna askeri yöntemlerle çözüm bulunamayacağını, çıkar yolun diplomaside yattığını içlerine sindirmelerini sağlamak gerekmektedir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Kasım ayı ortasında gerçekleştirdiği Vaşington ziyareti, basın toplantısında söylediklerine bakılırsa, bu açıdan mesafe alındığı izlenimini vermektedir. Türkiye’nin eninde sonunda bu noktaya gelmesi önemlidir zira Suudi Arabistan’ın aksine bizim Suriye ile 900 km.lik ortak bir kara sınırımız vardır. Bizim için önemli olan bu komşu ülkede asgari bir istikrarın sağlanması, can kaybının azalması, dışarıdan gelmiş radikallerin etkisinin kırılması ve çatışmaların ülkemize daha fazla yansımasının önlenmesidir.
Bütün bunların ışığında, Suriye’deki tarafların bir geçiş döneminin koşullarını görüşmek üzere, 22 Ocak’ta Cenevre’de bir araya gelmeyi kabul etmeleri olumlu bir gelişmedir. Bunda iki etken önemli rol oynamıştır: Birincisi, kimyasal silahların imhası programının yolunda gitmesi; ikincisi, muhalefeti masaya oturmak için yoğun çaba gösterilmesi. İran nükleer programına ilişkin mutabakatın ileri bir noktaya taşınması da kuşkusuz ortamı yumuşatacaktır. Arazideki koşulların bir kez daha siyasi süreci rayından çıkarmamasını umut edelim.