Dünyanın En Sorunlu Bölgesi ve Türkiye

20 Kasım 2014

Orta Doğu, dini, mezhepsel, etnik, ekonomik ve sosyal arka planlarıyla siyasi sorunların her şeye egemen olduğu bir bölge olmak özelliğini koruyor. Bölge yönetimleri kendi kısır gündemlerini aşarak, yurtlarında ve bölgelerinde, istikrar, işbirliği, refah gibi büyük hedeflere odaklanamıyor. Soğuk Savaş döneminde hiç değilse “barış içinde bir arada yaşama” kavramı vardı. Orta Doğu’da o da yok.

Irak ve Suriye komşumuz olduğu için oradaki gelişmeler elbette bizi daha yakından ilgilendirmekte.

ABD, IŞİD’e karşı sürdürdüğü ve “önce gücünü kırmak ve neticede yok etmek” olarak tanımladığı mücadele stratejisini şekillendirmekte sıkıntı çekiyor. Başkan Obama dâhil tüm yetkililer bunun uzun soluklu bir uğraş olduğunu vurgulamaya özen gösteriyor.

Obama Yönetimi, IŞİD’le mücadele için Kongre’den 5.6 milyar dolarlık bir ek ödenek talebinde bulundu. Bunun 3.4 milyarının IŞİD’e karşı sürdürülmekte olan harekâta, 1.6 milyarının ise Irak Silahlı Kuvvetleri için oluşturulacak “eğit-donat” programına tahsisi öngörülüyor. Geri kalanı ise ABD Dışişlerinin bu amaçla yürüteceği faaliyetler için kullanılacak. ABD’nin koalisyon ortaklarının da benzer çabalar gösterecekleri anlaşılıyor.

Böyle yeni bir eğit-donat çabasına ihtiyaç duyulması, Irak Silahlı Kuvvetlerinin Musul’u hiç mukavemet göstermeden IŞİD’e bırakıp çekilmesiyle birleştirildiğinde, ABD’nin Irak’ta on yıl süren ve 25 milyar dolara mal olan önceki eğit-donat programının ne kadar beyhude bir gayret olduğunun açık kanıtını teşkil ediyor.

Askeri yardımda bulunulan sadece Bağdat yönetimi değil. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve başkaları Kürdistan Bölgesel Yönetimine de bu tür destek vermekteler.

Başkan Obama son olarak Irak’taki Amerikan askeri mevcudiyetini 1500’den 3000’e çıkarmaya karar verdi. Bunların muharip görevler üstlenmeyecekleri ısrarla belirtiliyor. Ancak ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, 13 Kasım’da, Temsilciler Meclisi Silahlı Kuvvetler Komitesinde, gerekli olduğu takdirde, Irak’a muharip güç gönderilmesi seçeneğini gündeme getirebileceğini beyan etti. Bütün bu gelişmeler, ABD’nin başlangıçta belirlenmiş sınırlı hedeflere yenilerini ekleyerek, giderek büyüyen bir savaşın tarafı haline gelebileceğine (mission creep) ilişkin tartışmaya malzeme sağlıyor.

ABD’nin Irak’ta yoğun çaba gösterdiği bir başka alan da Sünni aşiretlerin Irak Silahlı Kuvvetleri yanında IŞİD’e karşı savaşmaya ikna edilmeleri. Burada da henüz sonuç alınmış değil. Bunun nedenlerinin başında, Maliki döneminin yanlışları kadar IŞİD’in sergilediği şiddetin caydırıcı etkisi geliyor.

Irak’ın yeni Savunma Bakanı Halid el-Ubeydi Saddam Hüseyin döneminin bir Hava Kuvvetleri mensubu. Bu göreve getirilmiş olmasının Sünni kesimin desteğinin kazanılmasına yardımcı olacağı düşünülüyor. 36 Iraklı komutanın görevden alınması orduda reform yapılacağı yolunda haberlere neden oldu.

IŞİD’e karşı ulusal bir cephe oluşturulması bağlamında kaydedilmesi gerekli son bir gelişme de, Bağdat ile Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi uzun süredir devam etmekte olan petrol ihracatı sorununun “geçici” bir çözüme bağlanmış görünmesi.

Irak’ta onca zorluğa rağmen bir hükümetin ve bir ordunun mevcudiyeti Suriye cephesine kıyasla göreceli bir avantaj sağlıyor. Suriye tablosu daha da karışık. IŞİD’le mücadelenin Esad’ın işine yaradığını düşünenler, “Suriye muhalefetine her türlü silahı verelim” diyenler, bu muhalefetle bir yere varılamayacağı kanaatinde olanlar, ılımlılarla radikaller arasında bir ayırım yapmanın zorluğunu vurgulayanlar, bölgenin kötü talihini ancak Esad’ın gidişiyle yenebileceğini iddia edenler tam bir düşünce karmaşası oluşturmaktalar.

Vaşington’da tartışılan konulardan biri de Esad. Temsilciler Meclisi Silahlı Kuvvetler Komitesinin yukarıda değindiğim toplantısında bilgi veren Savunma Bakanı Hagel’in özetle şöyle dediği nakledildi:

“Esad elbette denklemin bir öğesidir. Ancak sadece Esad’la uğraşmak IŞİD’i saf dışı bırakmaya yetmeyecektir. Esad’ın gönderilmesi bütün dinamikleri değiştirmeyecektir. Yerini kim alacak? Hangi ordu IŞİD’le savaşacak? Suriye’de sabırlı olmamız lazım. Suriye’de bütün istediklerimizi bir anda elde etmemiz mümkün değil. Tutumumuz Esad meşruiyetini kaybettiğidir. Ancak, Suriye’de sadece askeri bir çözüm olanaklı değildir. Stratejimiz, Esad yönetimini yalnızlaştırmak ve cezalandırmak yanında, ılımlı muhalefeti başlangıçta kendi bölgelerini savunacak, sonra da taarruza geçerek kaybettiği yerleri geri alacak ve sonunda da siyasi çözüm için ihtiyaç duyacağı yetenek ve araçlarla donatacak şekilde desteklemektir…”

Dempsey de, kuzey ve doğu Suriye’de IŞİD’i sıkıştırabilmek için 15,000 kişilik bir kuvvete ihtiyaç olduğunu da söylemiş.

Aslında, Başkan Obama’nın ılımlı Suriyeli muhalefetinin savaş yeteneklerine ilişkin olumsuz değerlendirmeleri hatırlandığında (*), bunların eğitilip-donatılmasına yönelik çabalardan kısa vadede ciddi sonuç beklendiğini düşünmek pek olanaklı görünmüyor. Nitekim son günlerde Amerikan basınında, gizli bir CIA raporuna atfen, geçmiş deneyimlerin muhaliflerin silahlandırılmasının rejim değişikliği sağlamak bakımından netice verici bir yöntem olmadığını gösterdiği, Afgan mücahitlerine verilen desteğin bunun istinasını teşkil etmekle birlikte, bunların bir kısmının daha sonra El Kaide’yi oluşturduklarının unutulmaması gerektiği yolunda haberler yayınlandı. Buna rağmen eğit-donat çabasının, belki de daha çok siyasi gerekçelerle ve “ılımlı” muhalefetin yalnız bırakılmadığını göstermek amacıyla devam ettirileceği anlaşılıyor.

IŞİD cephesine bakacak olursak, örgütün “ gösterişli fetih” döneminin sona erdiğini, ABD ve koalisyon ortakları tarafından Irak’ta sürdürülen hava akınlarının örgütün hareket kabiliyetini sınırlandığını söylemek mümkün.

Hagel aynı toplantıda, hava akınları konusunda aynen şunları söylemiş:

“… Suriye’deki ilk koalisyon hava akınlarına Bahreyn, Ürdün, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri katıldı ki bu, Orta Doğulu ortaklarımızla tam bir uyum içinde olduğumuzun göstergesi idi. Koalisyon ortaklarımız Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı 130 hava akını düzenlemişlerdir. Kanada geçen hafta Irak’ta ilk hava akınını gerçekleştirerek bu harekâta katılan ülke sayısını 12’ye çıkardı…”

Bu akınlara katılan diğer ülkeler, Avusturalya, Belçika, Danimarka, Fransa ve Hollanda.

Harekâta katılan ülke sayısının artmasına karşın, IŞİD’in büyük binalar yerine meskenlerde faaliyet göstermeye başlamasının, büyük araç konvoyları oluşturmaktan kaçınmasının hava akınları için hedef belirleme çalışmalarını zorlaştırdığı da bir gerçek. Çünkü bu tür operasyonlarda sivil halka zarar verilmesinin IŞİD’in dayandığı tabanı güçlendireceği biliniyor.

Diğer yandan, karşı cephenin üzerlerindeki baskıyı arttırdığını gören IŞID ve El Nusra’nın bir güç birliğine gidebileceklerine ilişkin haberler dikkat çekmekte.

Birleşmiş Milletlere göre bugüne kadar Irak ve Suriye’ye IŞİD veya diğer radikal örgütlerin saflarında savaşmak üzere gitmiş 15,000 kişi var. Ancak özellikle Batılı ülkeler şimdi bu gidişli-dönüşlü yolu kapatmak, ayrıca IŞİD’in gelir kaynaklarını kurutmak için yoğun bir çaba içerisindeler. BM Genel Sekreteri’nin görevlendirdiği bir panelin bulgularına göre, IŞİD’in yasadışı petrol satışlarından elde ettiği günlük gelir 846,000-1,645,000 dolar arasında değişmekte.

ABD ve Rusya Dışişleri Bakanlarının 14 Ekim’deki Paris görüşmesinde IŞİD’e ilişkin istihbarat değişimini arttırmaya karar vermiş olmaları da kayda değer bir gelişme.

BM Suriye Özel Temsilcisi Steffan de Mistura’nın, sıcak çatışmaların yaşandığı Halep’te sağlanacak bir ateş-kesin ilk adımını oluşturacağı bir “siyasi çözüm” arayışını başlatmak niyetinde olması ise son dönemde “barış” başlığı altında değinilebilecek tek gelişme. Rusların da zaman zaman, artık bir hayli tozlanmış olan 30 Haziran 2012 tarihli Cenevre bildirisini raftan indirmek zamanının geldiğine dair düşünceler dile getirdikleri anlaşılıyor.

Bize gelecek olursak, IŞİD’le mücadele konusunda ikircikli bir tutum içinde olduğumuz izlenimini veriyoruz.

Suriye sorununda ise hep aynı noktadayız: Esed gider, sıkıntılar biter. “Entegre strateji” olarak adlandırılan yaklaşımın da bunun başka türlü ifadesi olduğu anlaşılıyor.

Uluslararası toplumun çoğunluğu, Esad’ın önüne çıkan değişim fırsatlarını değerlendirememiş bir diktatör olduğu, Suriye iç savaşında dökülen kanda en büyük sorumluluğunun kendisine ait bulunduğu noktasında birleşiyor. Hükümetimizin kendisine karşı benzeri bulunmayan düşmanlık sergilemesinin asıl nedeni ise, Esad’ın tasfiyesinin, büyük bir zafer olarak nitelendirilecek ve bunun Suriye politikamızdaki yanlışların üstünün örtülmesi için kullanılacak olmasıdır. Oysa şunu biliyoruz ki Esad’ın gidişi ile Suriye sükûna ermeyecektir.  Kendisi gitse bile bulunacak “siyasi çözüm” onun cephesinden birilerini de içerecektir. Hatırlanacağı üzere, bu çerçevede bir ara on yıllardır baba Esad’ın daha sonra da oğlunun yakınında olan Dışişleri Bakanı/Cumhurbaşkanı Yardımcısı Faruk el-Şara’nın isminden söz edilmiş ve biz de bunu hemen onaylayıvermiştik.

Ülkelerini terk etmek zorunda kalan Suriyelilere, Esad’ın pek yakında gideceği hesabıyla, kapılarımızı ardına kadar açtık. Hatta davetiye çıkardık. Sayılar katlanılabilir düzeyde olduğu sürece gelenlere gösterişli, hatta lüks bir konukseverlik gösterdik. Ancak iş çığırından çıkıp, sayı iki milyona dayanıp sınırlı imkânlarımızı aşınca, çoğunu sokağın insafına terk ettik. Çünkü “Esed”in erken gideceğine ilişkin yanlış hesap Şam’dan döndü. Bu insanlar ülkemize gelmekle canlarını kurtarmış olsalar bile burada hep mutsuz olarak yaşayacaklardır. Bir gün şartlar değişir ve Suriye’ye dönerlerse, burada geçirdikleri zamanı hayırla anmayacaklardır. Birleşik veya bölünmüş Suriye’nin vatandaşları geriye baktıklarında, Türkiye’nin ülkelerine iyilik yapmadığını düşüneceklerdir. Bu, halkların ülkelerine yönelik dış müdahalelere bilinen tepkisidir. Oysa Türkiye, bugüne kadar tarafsız bir yaklaşımla Suriye’de barış için çalışsaydı, bu, neticesinden bağımsız olarak, tüm Suriyelilerin ilerde şükranla anacakları bir siyasi yatırım olabilirdi.

Bütün bunları “ilkeli davranmak adına” yaptığımız yolundaki açıklamalara itibar etmeye de olanak bulunmuyor. Çünkü bir ülkenin dış ve güvenlik politikasını belirleyen halkının öz çıkarlarıdır. Temel ilke budur. Ulusal çıkarlara verilen öncelik, diğer ilkelerden vazgeçildiği veya ilkesizlik anlamına da gelmez. “İdeolojik eksenli Suriye politikası ülkemizin güvenliğine, ekonomisine,  dış ticaretine, bütçesine, refahına, kısacası ulusal çıkarlarımıza hizmet etmemiştir” değerlendirmesine karşı ne söylenebilir? Hiçbir şey. Tablo ortada.

“İlkeli davranmadığı” için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyini hedef tahtamızdan indirmiyor ama hiç değilse tutarlılık adına İslam İşbirliği Teşkilatını (İİT) neden eleştirmiyoruz? Müslümanlar arasındaki mezhep çatışmaların durdurulmasında neden bu örgütten yararlanmıyoruz? İİT böyle bir dönemde bir rol üstlenemiyorsa, adı duyulmuyorsa neden tabelasını kaldırmıyoruz? Bu konudaki tutumumuzu hangi ilkelere göre belirliyoruz?

ABD ve AB ile Rusya arasında Ukrayna nedeniyle ciddi bir gerilim yaşanmakta. Batı Rusya’ya karşı yaptırım uyguluyor. Ateş-kes ihlallerinin devam etmesi ve Rusya’nın çatışma bölgesine asker ve silah göndermeyi sürdürmesi üzerine yeni yaptırımlar beklenirken, AB’nin yeni Güvenlik ve Dış Politika Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, 17 Kasım günü, bu yeni yaptırımların sadece Ukraynalı ayrılıkçıları hedef alacağını, Rusya ile de yeniden diyalog arayacaklarını zira Rusya’nın sorunun olduğu kadar çözümün de parçası olabileceğini, AB Dışişleri Bakanlarının kendisinin bu amaçla Moskova’ya gitmesine onay verdiğini  açıkladı. Mogherini, Ukrayna konusunda kaydedilecek ilerlemenin başka “dosyalara katkı sağlayabileceği” düşüncesini dile de getirdi. Hiç kuşkusuz bu girişim ABD ile danışılarak yapılmakta. Diğer dosyalarla kastedilen de herhalde İran nükleer programına ilişkin süreç, Suriye, Irak, IŞİD’le mücadele gibi konular. Bu, düne kadar izlenmiş olan Rusya’nın yalnızlaştırılması politikasından bir sapma olarak nitelendirilebilir mi? Edilemez çünkü Batılılar tüm eleştirilerine, yaptırımlarına rağmen Rusya ile irtibatı koparmadılar. Merkel ve Hollande Putin’le sürekli telefon temasındalar. Kerry ve Lavrov devamlı görüşüyorlar. Almanya Dışişleri Bakanı Steinmeier iki gün önce Moskova’da idi. Batılı ülkeler, siyasi, iktisadi ve güvenlik çıkarları Rusya’nın yapıcı bir çizgiye çekilmesini gerektirdiği için yeni arayışlara girmeyi zaaf telakki etmiyorlar. Putin’in Ukrayna’ya ilişkin kişisel tavrının taşıdığı ağırlığı bilmekle birlikte sorunu kişiselleştirmemeye olabildiğince özen gösteriyorlar.

“İlkeli” duruşumuzdan, aşırı iddialı söylemlerimizden ve herkesi karşımıza almaktan vazgeçmediğimiz sürece dış politikada başımız dertten kurtulmayacak…

—————————————————————————————————————————-

(*) 12 Ağustos 2014 tarihli ve “Başkan Obama ile Dış Politikada Ufuk Turu” başlıklı yazım.

Yorum bırakın