6 Aralık 2013
Türk dış politikası sütunlar üzerine bina edilmiştir. Bunların başında Batı ile ilişkilerimiz gelmektedir. Bunun da biri AB diğeri ABD olmak üzere iki ayağı vardır. En önemli kurumsal boyutu NATO’dur. Üçüncü bir sütun Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkileridir. Dünya dengeleri daima dinamik bir nitelik gösterdiği içindir ki şimdi bu sütunlara yenilerini eklemek çabasındayız. Çin, Hindistan gibi büyük ülkeler, Brezilya, Meksika, Güney Afrika gibi yükselen güçler, Afrika, Güney Amerika kıtaları dış politikamızda yeni sütunlar oluşturmaya adaydırlar. Bu yönde önemli mesafe alınmıştır.
Bu sütunların her birinin güçlü olması Türk dış politikasının başarısı için elzemdir. Türkiye NATO üyesi olmasa, ABD ile yakın ilişkiler sürdürmese, AB katılım sürecimiz hiç başlamamış olsa, bölgemizde bize güven duyulmasa ve ufkumuzu bugünün yükselen güçlerini göremeyen dar bir çevreye sıkıştırmış olsa idik, ülkemiz çok farklı ve elindeki kozları kullanamayan bir konumda olurdu. Örneğin, karşılaştığımız tüm sorunlara rağmen Türkiye’nin AB üyelik süreci bizi bölge ülkeleriyle münasebetlerimizde farklı bir konuma taşımıştır. Bölge ülkeleriyle ilişkilerimiz ise bize AB nezdinde güç vermektedir. Daha açık bir deyişle, bu sütunlar asla birbirlerinin alternatifi olamazlar. Aksine, birbirlerini desteklemeleri asıldır. Bizi güçlü kılacak olan bunların her birinin dayanıklılığı, kalıcılığıdır.
Uluslararası planda Türkiye için yapılan temel gözlem, ülkemizin müstesna bir stratejik konuma sahip bulunduğudur. Bu doğru bir gözlem olmakla birlikte göz ardı edilmemesi gereken, bunun iki tarafı keskin bir kılıç olduğudur.
Anadolu gerçekten, üç kıtanın birleştiği, denizlerin birbirine bağlandığı, kültürel katmanları zengin, askeri açıdan kritik bir alandır. Bu özellikleri ve çevresini değişik biçimlerde etkileme potansiyeliyle (örneğin güç, istikrar ve refah projeksiyonu) daima stratejik hesapların odağında olmuştur. Bunun Türkiye bakımından bir artı teşkil ettiği kuşkusuzdur. Ancak, bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Türkiye, uluslararası gündemin en üst sıralarında yer alan anlaşmazlıkları barındıran üç bölgenin ortasındadır: Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu. Son yirmi yıla bakacak olursak, Türkiye’nin, bu üç bölgede yaşanan sıkıntılar, çatışmalar nedeniyle, bunların çıkışında hiçbir sorumluluğu bulunmamasına rağmen, büyük bedeller ödediğini görürüz.
Ülkemizi, bu bedelleri ödemek pahasına da olsa önemli kılan, değişik yüzlerine yukarıda kısaca değindiğim stratejik konumundan ibaret değildir.
Türkiye, demokrasi yolunda kat ettiği mesafe, laik yapısı, dinamik nüfusu, dünyanın ilk yirmisi arasında yerini almış bulunan ekonomisi ile dünyanın ilgi odağındaki bir ülkedir. Türkiye küresel bir aktör değil, özel ağırlığa sahip bölgesel bir güçtür. Kendimizi aldatmayalım ve başkalarının da bizi aldatmasına izin vermeyelim; küresel güç olmanın parametreleri farklıdır. Ancak Türkiye, yaptıkları ve yapamadıkları ile küresel sonuçlar doğurabilecek bir ülkedir. “Yaptıkları” sözcüğü ile kastettiğim, her şeyden önce ve her şeyin üzerinde, Türkiye’nin laik demokrasi deneyiminin başarısının, en küçük bir soru işaretine olanak tanımayacak biçimde, nihai olarak kanıtlanmasıdır. Bu Türkiye’den bir numaralı küresel beklentidir. Zira Müslüman ülkeler arasında bu doğrultuda bizim kadar mesafe almış ikinci bir ülke yoktur.
Son yıllarda Hükümet “komşularla sıfır sorun” olarak adlandırdığı bir diplomatik hamle başlattı. Oysa bugün komşularımızla eskisinden daha fazla sorunumuz var. Arap Baharı başlayınca da, Müslüman Kardeşlerle yakınlığa dayalı, biraz Osmanlıyı çağrıştıran bir bölgesel liderlik rolüne soyunduğumuz izlenimini verdik. Bu bir başka yanlıştı. Nitekim sonuçsuz kaldı. Daha sonra, Suriye ve Mısır’daki gelişmeler nedeniyle, Araplar arası sorunlara taraf olmamak yolundaki siyasetimizi bir günde terk ediverdik. Bu daha da büyük bir yanlıştı. Bu tutum değişikliklerinin zamanlaması da kötüydü. Zira Türkiye son yıllarda bir gerilim ve kutuplaşma sürecindedir. Demokrasinin en temel kurumları üzerinde dahi ortak bir anlayış bulunmamaktadır. Oysa şunu iyi bilmeliyiz ki, içerde huzur ve güven sağlanmadıkça dış politika girişimlerimizin başarı şansı yoktur. Yukarıda da değindiğim üzere gücümüz, laik demokrasimizin aldığı mesafe ile doğrudan orantılıdır.