6 Aralık 2013
Arap ülkeleri bağımsızlıklarını kazandıktan bu yana ya hanedanlar tarafından yönetilmiştir ya da tek parti rejimleriyle. Hepsinin ortak özelliği otoriter olmalarıdır. Arap ülkelerinin ekonomik performansı farklıdır. Ancak petrol zengini olanlarda dahi tam bir fırsat eşitliğinden, adil gelir dağılımından söz etmek güçtür. Bu ülkelerde yabancı işçi olarak çalışmak bir nevi esarettir. Uluslararası Af Örgütü’nün raporları ortada…
Arap halkları başlarını kaldırıp sınırlarının ötesine bakabildiklerinde görebildikleri de Filistin sorunu ve Batı’nın bölgeye uyguladığı çifte standartlar olmuştur. Bu onların adalet duygusunu rencide etmiş, İsrail ve Batı aleyhtarlığını arttırmıştır. Arap yönetimleri de, bunları içerdeki siyasi ve ekonomik sorunları perdelemek amacıyla istismar etmiştir.
Filistin sorunu, aşırılık, terör ve bunların yol açabileceği medeniyetler çatışması gibi sorunlara zemin hazırlamıştır.
Sıkıntıların bunca yılın bastırılmış, birikmiş olmasına karşın Arap baharına ilk tepki biraz şaşkınlık biraz da memnuniyet olmuştur. Şaşkınlık, zira genel kanaat Arap kitlelerinin bu baskılara sürekli katlanacakları ve harekete geçecek dinamizmi gösteremeyecekleri merkezinde idi. Bu herkesin yanlışıydı. Arap kitlelerinin daha on yıllarca diktatörler tarafından güdülemeyeceği, buna katlanmayacağı tahmin edilmeliydi. Memnuniyet, zira hiç değilse başlangıçta muhalif hareketlere egemen söylem demokrasiydi. İşte bu nedenledir ki Batı’da birçok gözlemci, belki de saf bir iyimserlikle, gelişmelere ilişkin iyimserliklerini, bu hareketlerin internet, facebook ve twitter’in şekillenmesinde rol oynadığı bir yeni nesil hareketi olarak takdim ettiler. Muhalif hareketler, başkaldırmalar içerisinde demokrasiye gönül verenler yok muydu? Elbette vardı ama ne yazık ki onlar bir azınlıktı.
Üç yıllık karmaşadan sonra görülmüştür ki Arap baharı sadece bir demokrasi mücadelesi değildir. Bunu söylerken elbette, Tunus, Libya ve Mısır’ın bugün itibariyle Batı standartlarında birer demokrasiye dönüşmüş olmaları gerektiğini kastetmiyorum. Kendimize bakalım. Türkiye’nin demokrasi deneyimi 1923’de kurulmuş olan Cumhuriyetimizden daha eski ancak yine de gidilecek yolumuz var. Arap ülkelerinin bu yolda ilerlemeleri ve olgunlaşmaları daha on yıllar alacaktır.
Burada en fazla sıkıntı yaratan, otoriter yönetimlerin geçmişte uyguladıkları baskıcı yöntemlerin, bunlara son verecekleri iddiasıyla ortaya çıkanlar tarafından da kullanılmasıdır.
James Straub, 15 Mart 2013 “Çölde Kayıp” başlıklı yazısında şu gözlemde bulunuyor:
“Vaşington’un uzun yıllar boyunca İslamcılarla herhangi bir şekilde işbirliğini olanaksız telakki etmesine karşın Obama Mısır halkının tercihini İslamcı bir hükümetten yana kullanmasını kabul ettiği için takdir edilmelidir. Ancak şu da bir gerçektir ki Obama yönetimi, Mursi giderek kendisini yargı denetiminin dışına çıkarmaya, liberal olmayan bir anayasayı zorla kabul ettirmeye, muhalifleri karşı kötü davranmaya başlayınca kendisine yeterli tepki göstermemiştir. Bunu kanıtlamak kolay olmasa bile Mursi de bu stratejik sukutun kendisine ‘çoğunluğa dayalı otokrasi’ yolunda ilerlemek için bir nevi açık çek olduğunu düşünmüştür.”
Sonuç: Kimsenin onaylamadığı bir askeri darbe ve yeni belirsizlikler.
“Çoğunluğa dayalı otokrasi” önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’da vuku bulacak gelişmelere ışık tutacak önemli bir kavramdır.
Demokrasi çoğunluğun dilediğini dayatması değildir. Seçim mekaniğinin ötesinde şu unsurları içeren bir kurumsal yapıya dayalı olmak zorundadır: temel hak ve hürriyetlere saygı, kuvvetler ayırımı, özellikle bağımsız yargı ve yasaların içerdiği teminatlar ötesinde başkalarının görüşlerine saygıyı içeren bir siyasi kültür. Evet, demokratik bir anayasayı da bunlara ekleyebiliriz. Ancak en önemlisi siyaset kültürüdür.
Orta Doğu’da siyaset kültürü sorununun aşılması için gösterecekleri çaba Batılı ülkeler için de bir içtenlik sınavı teşkil edecektir. Aslında Batılılar, daha en başta Suriye’ye acil askeri müdahale çağrısı yapacaklarına, çatışmaları durdurmaya yönelik çok daha yoğun bir çaba gösterebilirlerdi. Oysa Libya örneği onları yanılttı. Sürekli biçimde, “masum sivillerin hayatlarını kaybetmekte olmalarından duyulan üzüntü ve infial” dile getirilmekte. Irak’ta hayatını kaybeden yüz binler kimin umurundaydı?
Orta Doğu bugün korkunç bir mezhep çatışması içerisindedir. Siyasi ve mezhepsel kutuplaşma bölgenin karşısında bulunduğu en büyük sorundur. Geçmişte bütün sorunlarının temelinde Batılıların olduğunu söyleyenler bugün birbirlerini kırmaya odaklanmıştır. Herkesin ya dostu vardır ya da düşmanı. “Orta yol” kavramı gündemden düşmüştür.
Başlangıçta bunun “özgürlük ve demokrasi” adına yapıldığı söylenmekteydi. Artık buna dahi gerek duyulmamaktadır. Suriye muhaliflerin kontrolü altındaki toprakların önemli bir bölümüne egemen olan dış radikal güçler, Taliban tarzı bir yaşam biçimini Orta Doğu’ya dayatmak istediklerini saklama ihtiyacını duymamaktadırlar.
Mezhep savaşları Avrupa’da da asırlarca sürdü. Yahudilere yapılan mezalim devam etti. Ancak bugün Suriye’de yaşanmakta olan çatışma, bu çağda dünyanın hiçbir köşesine yakışmayacak bir utanç tablosudur.
O zaman çözüm nedir? Bu sorunun maalesef, en azından şimdilik net bir cevabı yok. Zira şöyle veya böyle bir çözümün temel şartı, asgari bir “ötekine saygı” ve uzlaşı kültürüdür. Dolayısıyla bugünkü tablo, bazı iniş ve çıkışlarla ve umarım azalan bir can kaybıyla daha bir süre devam edecektir.
Bu arada bölgesel güçlere düşen, hiç değilse şu aşamadan sonra çatışmayı değil uzlaşıyı desteklemektir. Meseleye mezhepçi bir açıdan bakma eğiliminden sıyrılabilmektir. Şiddeti azaltacak tüm olanakları seferber etmektir. El Kaide ve onunla bağlantılı radikal grupların bölgede kök salmalarını önlemektir. Aslında bu ülkelerin çoğu demokratik yönetimlere sahip bulunmadıklarından ve mezhepçi anlayışlar hayatın gerçeği olduğundan kendilerinden bu açıdan fazla bir şey bekleme olanağı da maalesef yoktur. Dolayısıyla, istikrar, ekonomik koşullarda düzelme ve sonrasında demokrasi için çaba göstermek yine Batı’ya düşmektedir.
Tabii, “örnek olmak” da bir yöntemdir.
Türkiye aslına bu açıdan müstesna bir rol oynayabilirdi. Oysa hızla karmaşanın bir parçası haline geldi. Avrupa Birliği bize tam üyelik yolunda samimi bir fırsat tanımış olsaydı, biz de bunu ulusal önceliğimiz olarak özümseyebilseydik, kimsenin mantığını kavrayamadığı bir Orta Doğu liderliği rolüne soyunduğumuz izlenimini vermeseydik, Türkiye bölge için mükemmel bir örnek oluşturabilirdi. Oysa Türkiye bu yola girdiği izlenimini verdi ve AB’deki hasımlarımız da kendi davamızı sabote etmemizden sadece memnunluk duydular. Bu gidişat, sadece AB-Türkiye ilişkileri bakımından değil, bölgede demokrasinin kök salması bakımından da bir kayıptır. Yeni bir müzakere faslının açılmış olması, üç buçuk yıl sonra bize tanınacağı söylenen AB vize kolaylığı bu gerçeği örtmeye yeterli değildir.